6 Aralık 2012 Perşembe

Yolcu: Cehennem'e Açılan Kapı


Kendini çıplak hissediyordu. Çırılçıplak. Kat kat örtünse yine de bu duygudan kurtulamazdı. Bu his bedeninin çıplaklığından değil, benliğinin ilahi bir gücün önünde görünür kılınmasından kaynaklanıyordu.

Burada sır yoktu. Burada yalan yoktu. Sadece gerçekler vardı. Burada şeffaflık vardı. 

İşlediği her günahın pişmanlığını hissediyordu şimdi. Günahları bilinç kazanmış ondan hesap soruyordu. Kafasının içinde binlerce ses duyuyordu. Binlerce farklı ses ona neden, diye soruyordu.

Neden? Neden? Neden?

Sesler zihnini kemirirken arkasını döndü. Köşkün kapısından tekrar girebilirse... Bu seslere daha fazla katlanamayacaktı. Bu utancı daha fazla kaldıramayacaktı. Burada olmaya daha fazla dayanamayacaktı.

Ama kapı yoktu. Onun yerinde bir yarık vardı. İki farklı boyutu birbirine bağlayan geniş bir yarık. Sanki soluk alıyormuş gibi genişleyip daralıyordu. Hırsız yarıktan köşkün içini görebiliyordu. Tozlanmış eşyaları, basamakları… Ve basamakların sonunda yatan bedenini. Bir ayakkabısı ayağından fırlamış, kan gölünün içinde hareketsiz yatıyordu, ipleri kesilmiş bir kukla gibi. Başı, boynunun üstünde hayatta kalmasına imkân tanımayacak bir şekilde dönmüştü. Kanla kaplı yüzü sırtının olduğu tarafa dönüktü ve gözleri açıktı. Yanaklarından çenesine doğru süzülen kan, gözyaşını andırıyordu. Sanki bedeni yarığın diğer tarafındaki kısmına bakıyor, onun için üzülüyor, gözyaşı döküyordu. 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Yeniden Merhaba Korku

Bir süredir korku filmi izlemiyordum. Geri dönüşü, uzun süredir merak ettiğim bir Wes Craven yapımı ile gerçekleştirdim: Breed (2006)


İyi bir açılış oldu mu diye soracak olursanız, olmadı diye yanıtlarım sorunuzu. Ne yalan söyleyeyim, Michelle Rodriguez olmasaydı sonuna kadar bile izlemez, filmi yarısında kapardım. Her sahnede kahramanlarımızdan bir parça et koparmaya çabalayan vahşi köpekler pek hoşuma gitmedi açıkçası. Belki de her gördüğü köpeğin boynuna sarılan bir adam olmamdır neden, kim bilir.

İyi kötü açılışı yapmıştım artık. Bir kurt adam filmi ile yola devam etmeye karar verdim. Werewolf: The Beast Among Us (2012) bende büyük bir beklenti uyandırmasa da eli yüzü düzgün bir film gibi göründü gözüme. Kara bir kumaş gibi dalgalanan gökyüzü, bu kumaşa dikilmiş kemikten bir düğmeyi andıran dolunay, ölüm saçan lanetli canavar, parçalanan zavallı kurbanlar, masum genç kız… E, insan daha ne ister ki bir korku filminden. Hemen izlemeye koyuldum. Ne yazık ki her geçen dakika, filme olan ilgimden bir parçayı alıp karıştırdı zamana. Karşımda vasat bir kurt adam filmi vardı. Ve yine yanlış bir seçim yaptığımı kabul etmem gerekiyordu.

2 Ekim 2012 Salı

29 Eylül 2012 Cumartesi

'Lili': Kaybettiğimiz Masumiyetin Filmi

 
Sonu en başından tahmin edilse de, yüzümüzde sürekli bir tebessümle seyredeceğimiz, kaybettiğimiz masumiyeti bize hatırlatacak harika bir klasiktir “Lili”.
 
Yazıya ulaşmak için:

'Lili': Kaybettiğimiz Masumiyetin Filmi - Milliyet Sanat / Art Blog

17 Eylül 2012 Pazartesi

Öyle Roman Kahramanları Vardır ki...


Öyle roman kahramanları vardır ki, kitabı okuyup bitirseniz de bırakmaz sizi. Ete kemiğe bürünmezler belki;  yine de bir şekilde varlıklarını hissettirirler size.
Karamazov Kardeşler’le tanıştıysanız, o temiz yüzüyle ruhunuza işler Alyoşa. Bir çocuğu gülümsetip mutlu ettiğinizde yanı başınızda hissedersiniz bu en genç Karamazov’u. İki tek atmaya basık tavanlı bir meyhaneye uğrarsanız, Dimitri’yi görür gibi olursunuz karşı masanızda. Ve şeytanın, Ivan’dan sonra sizi de ziyaret etmesinden korkarsınız bitmek bilmeyen ayaz bir gecede.

Öyle roman kahramanları vardır ki, kitabı okuyup bitirseniz de bırakmaz sizi. Ete kemiğe bürünmezler belki; yine de bir şekilde varlıklarını hissettirirler size.
Hayran hayran baktığınız aynada Dorian Gray’in yüzünü görebilir, gri bir göğün altında yürürken omzunuza çarpıp ardına bile bakmadan yürüyüp giden hırpani görünüşlü bir genci Raskolnikov sanabilirsiniz. Ya da bunaltıcı düşlerden uyandığınızda bir sabah, kendinizi Gregor Samsa gibi kocaman bir böcek olarak bulacağınızı düşünebilirsiniz. Ve haytalık peşinde koştursa da yüreği tıka basa iyilikle dolu her çocukta Zeze’yi bulabilirsiniz.
Öyle roman kahramanları vardır ki, kitabı okuyup bitirseniz de bırakmaz sizi. Kim bilir, belki ete kemiğe de bürünürler.
Sonuçta hepimiz bir romanın kahramanları değil miyiz?

3 Ağustos 2012 Cuma

Hansel ve Gretel Elm Sokağı'nda

Gretel, cadının fırının ağzına eğildiği anı fırsat bilmiş. “İşte tam zamanı!” diye düşünmüş. Tüm gücünü toplamış. Cadıyı tuttuğu gibi fırındaki alevlerin arasına itivermiş. Cadı fırında cayır cayır yanarken, o mahzene koşmuş. Sevinçle bağırıyormuş:
“Kurtulduk Hansel! Cadıdan kurtulduk!”
Grimm Kardeşler, “Hansel ve Gretel”

Hepimizin bildiği masal, defalarca kez duyduğumuzdan mı, yoksa aklımıza bir çocuk kitabında yer alan masum bir öykü olarak kazındığından mı bilinmez ama hiçbir zaman bir korku öyküsü olarak görünmemiştir gözümüze.    

Siz bakmayın masum bir masal kılığına büründüğüne, aslında rahatlıkla bir korku öyküsü sayılabilir, tıpkı diğer pek çok masalın sayılabileceği gibi. (Karnı yarılıp içine taş doldurulduktan sonra kuyuya atılıp boğulan hain kurdu, kurduğu hayaller son kibritiyle birlikte tükenip gidince donarak can veren kibritçi kızı getirin aklınıza.)  

17 Temmuz 2012 Salı

Stephen King: 22/11/63


Hepimiz hata yaparız. Bazen ufak tefek, bazen hayatımızı tümden değiştirecek büyüklükte. Bundan kaçınmanın bir yolu yoktur. Doğru gibi görünen bir karar gün gelir yapışır yakamıza.  Söylenilen tek bir sözcük, kırılan sıkıcı bir ders, gerçekler uğruna feda edilen bir hayal…

Ancak geçmiş geçmişte kalmıştır, değil mi? Ve dünü tekrar yaşamanın bir yolu olmadığına göre verdiğimiz kararların sonuçlarıyla yaşamasını öğrenmek zorundayızdır.

Peki ya günün birinde, elinize dünü değiştirme fırsatı çıkarsa ne yapardınız? Üstelik size yalnızca kendi hayatınızı değil, milyonların hayatını değiştirme şansı sunulsa? Bir kahraman olma şansı? Kabul eder miydiniz?

Sizi bilmem, ama Lisbon Falls kasabasında yaşayan 35 yaşındaki edebiyat öğretmeni Jake Epping bu soruyu evet diye yanıtlar. Ve daha ne olduğunu bile anlayamadan kendisini 1958’de buluverir. Yapması gereken tamamen yabancısı olduğu bir dünyada beş sene geçirmek ve tarihin akışını olumlu yönde değiştirmek adına 1963’teki JFK suikastına engel olmaktır. Peki ya geçmiş… Değişmek istemekte midir? Jake istemediğini bilmektedir. Geçmiş kendini korumakta ve bunu yaparken de acımasız olabilmektedir. Böylece Jake hem tehlikeli insanlarla, hem de geçmişle mücadele etmeye başlar.

1 Temmuz 2012 Pazar

Altın Madalyon E-Dergi Sayı:3



BU  SAYIDA:

Loch Ness'in Gizemi 3. Bölüm.............................................Alper Kaya
Captain America - Bir Kahraman Öyküsü..............................R. Umar Gürsu
Uğursuz........................................................................Mustafa Men
Road to Perdition............................................................Caner Keler
Çizimleriyle....................................................................Serhan Yenilmez
Yanlış Adam-2. Bölüm......................................................Umut Çalışan
James Bond Dosyası-2.Bölüm"Kötü Adamlar".........................R. Umar Gürsu
Derin Analiz-Kara Murat....................................................Sefer Özdemir
Hansel ve Gretel Elm Sokağı'nda.........................................Kadri Kerem Karanfil
Oğul.............................................................................Kadri Kerem Karanfil
Peyami'nin Pertavsızı........................................................Peyami Kurtaran

29 Haziran 2012 Cuma

Stephen King - Bir Yazarın Kısa Öyküsü



Yeniyetme Bir Yazar
Çocuk brikete baktı. Amma da büyüktü. Ağır olmalıydı. Yine de kaldırıp taşıyacaktı onu. Nefes almayı unutan izleyiciler, gösteri bitip de soluk almayı hatırladıklarında ayağa fırlayacak ve onu ayakta alkışlayacaklardı. Mayo biçiminde, leopar derisi bir giysi içindeki çocuk için basit bir işti bu. Çünkü o Ringling Brothers Sirki’nin güçlü çocuğuydu.
Eğilip briketi kaldırdı ve spot ışığı altında taşımaya başladı. Kimse daha önce böyle güçlü bir çocuk görmemişti. Seyirciler çıt çıkarmıyordu.
Ancak bir anda kayboldu sirk. Çocuğun üstündeki giysi de, şaşkın seyirciler de, her şey… Hepsi yok oluverdi. Briketin altındaki yuvadan çıkıp çocuğu kulağından sokan bir eşek arısı bu hayali gösteriyi sonlandırmış, çocuk da gerçek dünyaya, içinde bulunduğu garaja geri dönmüştü. Üstelik elinden düşen briket ayak parmaklarını ezmişti.
Üç yaşlarındaki bu çocuk tahmin ettiğiniz gibi King’den başkası değildi. Ve bu şansız olay da çocukluğunu kâbusa çeviren olayların başlangıcı olmuştu.

8 Haziran 2012 Cuma

Yıldız Tornavida… 80 Kuşağının Sihirli Değneği



Diyeceksiniz ki bir çocuğun yıldız tornavida ile ne işi olabilir? Elbette artık bir işi olmaz. Hatta günümüz çocuğu bu tornavidayı görse tanımaz bile. Oysa…

Oysa 90’ların başında 10’lu yaşlarında olan bir çocuk için yıldız tornavida eğlencenin anahtarı anlamındaydı. Bir sihirbazın değneğe, Doroty’nin kırmızı ayakkabılarına, İndiana Jones’un kamçısına, Leyla’nın Mecnun’a ihtiyacı olduğu kadar onun da bu tornavidaya gereksinimi vardı. Neden mi? Kafa ayarı yapmak için elbette. Şimdiye kadar yazdıklarımdan bir anlam çıkaramayanlar muhtemelen otuz yaşın altındadır. Ama bu yazıyı okuyan… Evet sen! Eğer bu yaşın üstündeysen içinden geçen cümle mutlaka şudur:

“Hey gidi günler hey!”

6 Haziran 2012 Çarşamba

Ray Bradbury Aramızdan Ayrıldı


Ray Bradbury belki bedenen ayrıldı aramızdan, ama bir parçası her zaman yarattığı karakterlerde yaşamayı sürdürecek. 

Size günlerce o kiralık makineye (daktiloya) saldırarak, bozuk para atıp çıldırmış bir şempanze gibi tuşlara vurarak, yukarı koşup yeniden bozuk paralar getirerek, içeri girip kitap raflarına koşarak, kitapları çekip sayfalarını çevirerek, dünyanın en güzel poleni olan ve insanda edebi alerji yaratan kitap tozunu içime çekerek, sonra sevinçten kıpkırmızı bir halde tekrar aşağıya koşarak, bir sözü orada, bir başkasını şurada bulup filizlenen efsanemin içine yerleştirerek yaşadığımın ne kadar heyecanlı bir macera olduğunu anlatamam. Tıpkı, Melville'in kahramanı gibi, çılgınlığın çılgınlaştırdığı biriydim. Durmamın imkanı yoktu. Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı. Sayfalardan gözlerime giren, oradan tüm sinir sistemimi dolaşarak ellerimden dışarı fırlayan bir enerji çevrimi vardı. Daktilo ve ben, parmak uçlarıyla birbirine bağlı siyam ikizleri gibiydik.

Fahrenheit 451'in önsözünden

Işıklar içinde yat Bradbury!

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Frida



Güneşin, güzel yüzünü insanoğlundan esirgediği ve hüküm sürdüğü mavi okyanusu yağmur yüklü kara bulutlara bırakıp bir köşeye çekildiği bir pazar günü yapılacak en iyi şey kitap okumaktır. Böyle bir günde gerçeklikle bağları koparmakta fayda görmüşümdür oldum olası. Çok basittir bu iş. Bir kitabın kapağını kaldırmakla halloluverir. Bir parmak hareketi ve ver elini düş denizinin kıyılarını dövdüğü hayal adası.

Hayal adasına gitmek kolay olmasına kolaydır da, eğer okunmayı bekleyen birden fazla kitabınız varsa işiniz o zaman zordur işte. Şuna başlasan bu darılır, buna başlasan o kırılır…

Tarif ettiğim gibi bir pazar günü, fantastik kurgu romanlarımın ağırlıkta olduğu kitaplığımın önünde dikilmiş, bir yandan da size yukarıda bahsettiğim o kararsızlığı yaşıyordum. Ne de çok kitap birikmişti okunmayı bekleyen. Haydi artık birini alıp başlayayım diye düşündüm, düşündüm de düşünmekle olmuyor ki. Elim bir ona uzanıyor, bir buna. Neyse sonunda kara kaplı bir romanı kestirdim gözüme. Bir polisiye romanı. Yağmurlu bir gün için iyi bir tercih gibi görünüyordu.

Tam o sırada “Pişt,” dedi biri. Yok yok, yanlış duymuş olmalıydım. Muhtemelen düşperest aklım oyun oynuyordu bana. Odada yalnızdım ne de olsa.

“Pişt, buradayım.”

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Çizikli-yorum No: 1 - He-man Phantos'un Dişi Şeytanı



Prens Adam ve General, Phantos gezegeninde. Gezegenin kraliçesi Elmora’nın kara kaşı, kara gözü için orada değiller elbet. Amaçları Elmora’dan evrenin en güçlü metali olan photanium’u almak. Elmora da sağ olsun, aramızda bir photanium’un lafı mı olur diyor, kırmıyor kahramanlarımızı. Bizim Adam da kibar çocuk hani, kraliçeyi bitkin görünce iyi olup olmadığını sormadan edemiyor. Kuşburnu, ıhlamur içmesini ve balkona üstüne bir şey almadan çıkmamasını salık veriyor. General ise oralı bile değil. Aklı fikri metalde. Saat geç oldu, benim kız bekler, diye kestirip atıyor lafı. Böylece photanium’u yükleniyor ve kraliçeye veda edip dönüyorlar memlekete.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Sürgün Ruh, 80'ler Efsanesi ve Filmler


İsimsiz bir ruh, yanı başımızda olduğu halde algımızın ötesinde olan paralel bir evrenden sürgün edilir. Suçunu ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Zaten bu başka bir hikâyenin konusudur.

Her ne kadar üstün bir varlık olsa da kendi evreni dışında hayatta kalmasının imkânı yoktur. Yine de cezasını çekmeye razıdır. Tası tarağı toplar ve sürgün edildiği evrenin yolunu tutar. Bu evrende, üzerinde akıllı varlıkların hüküm sürdüğü mavi bir gezegen de vardır: Dünya

Ve ister şans deyin, ister tesadüf, bu gamlı ruh gelip karanlığın ortasında bir toz zerresi olan mavi gezegenimizi bulur. 1979’u bir sonraki yıla bağlayan gece dünya atmosferine girer, bulutların arasından sıyrılıp yeryüzüne iner.

Zavallı, bir köşede yıkılır kalır. Ama ömrü o kadar uzundur ki, son nefesini vermesi bile on yıl sürecektir. Ölüm döşeğindeki bu vakur ruhun kutsal nefesi dünyaya yayılmaya başlar. Rüzgâr, et ve kemikten öte bedenindeki sihirli tozları dört bir yana dağıtır.

İşte hafızalara kazınıp asla unutulmayan, hepimizin özlemle, tebessümle andığı 80’ler efsanesinin yaratılış öyküsü budur.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Kerime Nadir’den Dehşet Dolu Bir Gece

Kitaplar hayali dünyalara açılan pencerelerdir benim için. Kuşkusuz ekranın karşısına geçmiş bu yazıyı okuyorsan sen de benimle aynı fikirdesin. Sevdiğin bir yazarın kitabını eline alıp yatağına uzandığında ve o büyülü nesnenin ilk sayfasını açtığında boyut değiştirenlerdensin. Kâh sisli sokaklarda vampirleri kovalayan bir avcıya, kâh bilinmeyen gezegenlere yolculuk yapan bir uzay kâşifine, kâh ölüleri canlandırmaya çabalayan bir bilim adamına dönüşüp maceralara yelken açan bir kitapseversin.
Yatağında uzanıyor olduğun halde, maceradan maceraya koşmanı sağlayan tek büyülü nesne kitaptır herhalde. Son sayfasına kadar heyecan içinde okuduğun kitabı kapattığında kendini güvenli yatağında buluverirsin tekrar. Tüm tehlikeler, felaketler, vampirler, hayaletler sayfalarda kalmıştır.
Ama ya böyle olmazsa? Ya dehşet, sayfalarda kalmayıp gerçek hayata da sızarsa? Ya sandığın kadar güvende değilsen?
Dehşet Gecesi (1958) adlı romanın kahramanı Altınışık gazetesinin sahibi Mümtaz Evren, 1953 yılının Temmuz ayında trenle Hakkâri’ye doğru yola çıkar. Cilo Dağı’na yeni inşa edilmiş büyük bir turistik otelin açılış törenine davet edilmiştir. Mümtaz yataklı vagonda yalnızdır. File üzerinde valizleri duran diğer yolcu ortalarda yoktur. Kahramanımız, adamın ya treni kaçırdığını ya da trene başka bir istasyondan bineceğini düşünür. Üstelik yolcunun bileti de üzerlerinde “P.R.” harfleri olan valizlerden birinin sapından sarkmaktadır.

6 Mayıs 2012 Pazar

Sahaftan Alınan Kitap


Sahaftan alınan kitabın değeri bir başkadır.

O kitap, kendini sahafın tozlu raflarında bulana dek kim bilir neler yaşamıştır. Okunmuş, elden ele dolaşmış, terk edilmiş, sevilmiş, yarım bırakılmış, kırışmış, yırtılmış, sararmış, kapağı bantla tutturulmuş, belki de kapağı hiç açılmamış, bir yerlerde unutulmuş, üzerine bardaklar konulmuş, lekelenmiş, yıpranmış, eskimiş, sayfalarına notlar düşülmüş, karalanmış, cümlelerinin altı çizilmiş, arasında bir şeyler (bir uçak bileti mesela) unutulmuştur.

Kokusu bile değişmiştir. Kapağı demode olmuş, üzeri onlarca elin parmak izleriyle dolmuştur. Ardından yeni baskıları yapılmıştır. Belki de bir daha basılmamış, yazarı ölmüş, adı unutulmuştur. Hayatlara girip çıkmış, anılar biriktirmiş, kaldığı raflarda dostlar edinmiş, daha bir ağırlaşmıştır. 

Dediğim gibi, sahaftan alınan kitabın değeri bir başkadır.

Sahaftan bir kitap aldığınız zaman hayatın tozunu yutmuş bir dost edindiniz demektir.

Keşfetmediğiniz sahaf, karıştırmadığınız tozlu raf kalmasın. 

Nice dostlar edinmeniz dileğiyle. 

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Mavi Bisiklet (Öykü) / Ünlem Sanat Dergisi, Temmuz - Ağustos 2006


Hüngür hüngür ağlıyordu Meriç. Gözyaşları, kirli yanaklarından çenesine doğru bir iz bırakarak akıyordu. Bazen de çenesine ulaşmadan, elinin tersiyle siliyordu yaşları. Suratı beş karıştı. Ağlamaktan, çırpınmaktan terlemiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Dudakları bükülmüş, kaşları çatık bir halde babasına bakıyordu. Babası ise hala sakindi. Adamcağız sabırla ona durumu izah etmeye çalışıyordu.

“Niye anlamak istemiyorsun oğlum. Şu anda alamayız. Biraz sabretmen lazım.”

“Ama Hale’ye ayakkabı aldın baba. Oysa benim karnem ondan daha iyiydi. Arkadaşlarım bisiklete binerken ben peşlerinden mi koşayım?”

Bir iç çekti yılların emekçisi Ahmet Usta. Çalıştığı iplik fabrikası işçi çıkarmaya başlamıştı. Uzun süredir ustabaşıydı, ama artık deneyimli ustalara değil, gelişen teknolojiden anlayan mektepli gençlere ihtiyaç duyuluyordu fabrikada. O yüzden yeri sağlam değildi onun da.

29 Nisan 2012 Pazar

Clive Barker: Kabal - Kuzular Kurt, Kurtlar Kuzu Postuyla Karşımızda



Hayat, türlü kılıklara girip dört bir yandan saldırır her gün ve öyle bir gün gelir ki dayanamaz olur insan; artık taşıyamadığı yüklerden, kaldıramadığı sorumluluklardan, yabancılaştığı insanlardan kurtulmak, ardına bile bakmadan kaçıp gitmek ister. Çoğu zaman lafta kalır bu istek. Diline dolanan ve kendini tatmin ettiği bir yalan olmaktan öteye gidemez. Çekip gitmek o kadar kolay değildir. Ne kadar hırpalarsa hırpalasın toplum görünmez ipleriyle kendine bağlamıştır insanı.

Ancak ya toplum keserse bu ipleri. Ya bir balgam gibi tükürüp kurtulmak isterse sizden. O zaman ne yaparsınız? Nereye gidersiniz?

Boone, doktoru Decker’dan onlarca insanın katili olduğunu öğrendiğinde gidebileceği tek bir yer olduğuna karar verir. Burası fiziksel dünyanın ötesindedir. Ancak önüne atladığı kamyon gitmek istediği bu yere, ölüler diyarına kadar götürmez onu. Azrail’in listesinde sıra ona gelmemiştir henüz.

Hastane odasında, beyaz duvarların arasında yatarken sığınacağı bir başka yerin adı çalınır kulağına. Burayı daha önce de duymuş ama umursamamıştır. Oysa artık durum farklıdır. Boone günahlarla yüklüdür. Ve adını duyduğu bu yer, gerçek ya da hayal ürünü ne günah işlemiş olursanız olun affedilebileceğinizi vaat etmektedir.

Boone… Doktoru Decker’ın, sevgilisi Lori’nin, hatta son çaresi ölümün bile dışladığı Boone daha önce acı çekenlerden işittiği bu yere gitmeye karar verir.

Bu yer Midian’dır.

24 Nisan 2012 Salı

Tim Burton'ın "Çılgın Marslılar"ı


Tim Burton denince neler gelmez ki insanın aklına:

Ruhları kendi evlerinde sıkışıp kalan ölü çiftler (Beter Böcek), adaleti bildiği yoldan sağlayan yarasa adamlar (Batman), korkunç başsız süvariler (Hayalet Süvari), gerçek ile hayal gücünü harmanlayıp fantastik öyküler yaratan hayalperestler (Büyük Balık), evlenmek için dirilen bahtsız gelinler (Ölü Gelin), çikolata fabrikasını cennet bahçesine çeviren çılgınlar (Charlie’nin Çikolata Fabrikası), intikam hırsıyla yanıp tutuşan berberler (Fleet Sokağı'nın Şeytan Berberi), beyaz tavşanın peşine düşüp maceradan maceraya koşturan genç kızlar (Alice Harikalar Diyarında), kılıktan kılığa girip bizi her defasında şaşırtan Johnny Depp, Helena Bonham Carter, Burton’ın hayal gücünden fırlamış o çarpık, garip dekorlar…

Ve hem bilim insanlarının, hem de bilim kurgunun peşini bırakmaya niyetli olmadığı Marslılar. 

20 Nisan 2012 Cuma

Evcilik (Öykü) / Varlık Dergisi, Ağustos 2007


Ceviz ağacından kopardığım yaprakları salata yapmak için küçük küçük doğruyorum. Ayırdığım dut yapraklarını ise dolma sarmak için kullanacağım. Ben yapraklardan çeşit çeşit yemek hazırlarken Merve de masayı hazırlıyor. Ayşin ise oyuncak bebeğini uyutuyor. O yüzden Merve de, ben de işimizi sessiz yapmaya çalışıyoruz.

Sizin de anladığınız gibi evcilik oynuyoruz. İnanın bana şu iki küçücük kızdan daha fazla zevk alıyorum şu oyundan. Sevgi Teyze’nin pazara gideceği günü iple çekiyorum şu iki yumurcağa bakıp, onlarla oyun oynayabilmek için.

Keşke, diyorum içimden, keşke pazarın ta sonuna kadar gitse de hemen dönemese. Keşke yorulsa da yarı yolda oturup yarım saat dinlense.

Ben bunları düşünürken Ayşin, “Uyudu Nazlı,” diyor. Bebeğe bakarken yüzü masum bir tebessümle aydınlanıyor. Sonra küçücük elleri ile bebeğin saçlarını okşuyor. Acaba ben bebekken bana da böyle içten bir sevgiyle baktı mı birisi? O kadar güzel bir bebekmişim ki ben… Nazlı bebekten bile güzelmişim. Belki annem bakmıştır bana böyle. Belki… Düşünsenize ufacık bir çocuk, plastik bir bebeğe bu kadar sıcak bakabiliyorsa, herhalde bir ana da canına, kızına böyle bakabilir.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Lili: Kaybettiğimiz Masumiyetin Filmi


Yer küçük bir Fransız kasabası. Kasabaya yeni kurulan gezici karnavalda çalışan muhteşem sihirbaz Marcus, asık suratlı kuklacı Paul ve yardımcısı Jacquot kasabayı dolaşmaktadırlar. Hava güzel, kasaba renkli ve neşelidir.

“Günaydın beyefendi. Taze yumurtalarım var. İşte buradalar,” der satıcı kadın. “Bu sabah geldiler, seçebilirsiniz bile.”

“Ya şeftaliler nasıl?” diye sorar Marcus, yüzünde kocaman bir tebessümle.

“Şeftaliler mi? Nefis!” diye yanıtlar kadın.

Satıcı kadın, Jacquot ile konuşmaya başlamışken, çapkın Marcus da yanlarından geçmekte olan alımlı bir kadınla bakışmaktadır. Alımlı kadın merdivene yönelir ve işte tam o sırada Lili çıkar karşımıza. Bir elinde bavulu, öteki eli şapkası rüzgârdan uçmasın diye başında, telaşlı adımlarla basamakları inmektedir. Film boyunca birçok kez göreceğimiz o şaşkın ve endişe dolu yüzüyle Jacquot’nun yanına yaklaşır ve sorar:

“Affedersiniz. Bay Godet’i arıyorum, fırıncı.”

Jacquot, kasabaya yeni geldiğini, aradığı kişiyi satıcı kadına sormasını söyler ve zavallı Lili’yi başından savar.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Stephen King: Bir Korku Yazarı (mı?)


Stephen King süpermarketteyken bir kadın yaklaşır yanına ve şöyle der:

"Sizi tanıyorum, siz Stephen King'siniz ve bu harika! Bir yazarla süpermarkette birlikteyim ve konuşuyorum. Ama kitaplarınızdan hiçbirini okumadım ve filmlerinizi seyretmedim. Çünkü korku romanlarını hiç sevmem."

"Peki, ne seversiniz?" diye sorar King.

"Mesela ‘Rita Hayworth'u Seven Adam’ adlı filmi severim," diye cevaplar kadın.

King, "Onu da ben yazdım," dediğinde "Hayır, siz yazmadınız," olur aldığı yanıt. "Ben yazdım," diye yinelediğinde kadın inatla "Hayır, yazmadınız," diye ısrar eder.

Anlayacağınız kadını ikna etmenin imkânı yoktur. Kafasının içinde, üzerinde korku yazarları yazan bir kutunun içine atmıştır King’i. Ve bu kutuda yer alan yazarların aşkla, meşkle işi olamaz.

Umarım siz de bu kadar inatçı değilsinizdir. Eğer King’in -yalnızca- bir korku yazarı olduğu konusunda değişmez yargılarınız varsa zamanınızı boşa harcamamanızı ve diğer yazılarıma göz atmanızı tavsiye ederim.

Beni ikna edici bulmadıysanız yazarın kendisine söz verelim, ne dersiniz. Bakın King bu konu hakkında neler demiş:

Benim bir korku yazarı olduğum hakkında genel bir kanı var. Aslında “Çağrı” bir aşk hikâyesiydi. Aynı zamanda “Büyücü ve Cam Küre” de öyle. Ben ne yazarsam onu yazarım. Sınıflandırmaları pek sevmem. Kitaplarımı okuyan insanlar, vermek istediğimi yeterince anlıyorlar. Demek ki bende kendimi sıkça açıklamak zorunda değilim.

13 Nisan 2012 Cuma

Clive Barker'ın Tekinsiz Öyküleri: Kan Kitapları 1


Ölülerin otobanları vardır.

Ölü ruhları taşıyan hayalet trenler, düşsü at arabaları hayatlarımızın ardındaki bozkırdan peş peşe, durmadan geçer. Sesleri dünyanın çeşitli yerlerindeki zalimlik, şiddet ve ahlaksızlık eylemleriyle açılmış çatlaklardan işitilir. Taşıdıkları gezgin ölülerse insanın yüreği patlama noktasına geldiğinde, gizli görüntüler açığa çıktığında bir anlığına görülebilir.

Bu otobanlarda trafik işaret levhaları, köprüler ve cepler vardır. Paralı yollar ve kavşaklar vardır.

Ölü kalabalıklarının kesiştiği, birbirine karıştığı bu kavşaklar, o yasak otobanın dünyamıza açılmasına en uygun yerlerdir. Kavşaklarda trafik yoğun olur. Ölülerin sesleri de en çok oralarda çıkar. Sayısız ayaklar, iki dünyayı ayıran engelleri aşındırır.
İşte bu cümlelerle başlar kitabın açılış öyküsü olan “Kan Kitabı”, okuyucuyu nelerin beklediğini gözler önüne sererek ve insanoğluna ölümle arasında ne kadar ince bir sınır olduğunu göstererek.

Barker değişmez yazgısını yüzüne vurur insanın. Çizginin fiziksel tarafında duranların, er geç çizginin öte tarafına adım atacak mahkûmlar olduğunu hatırlatır. Zaman, doğar doğmaz düşer insanın peşine ve sınıra doğru iteklemeye başlar ardından. Her seferinde de amacına ulaşır. Ve insanoğlu, zamanın onunla işi bittiği yerlerde hayalet trenlere, düşsü at arabalarına binip otobanda yol almaya başlar.

12 Nisan 2012 Perşembe

Çıplak Gerçek (Öykü)


          
Çırılçıplak bir halde, hiç bilmediğim bir sokaktayım. Hava o kadar soğuk ki… Bedenim tir tir titriyor. Belki de hava o kadar soğuk değil de sadece içim üşüyor. Emin olamıyorum. Yürümeye başlıyorum. Adımlarım ağır, isteksiz.

Çok geçmeden bir terslik çekiyor dikkatimi. Etrafımda ne bir ağaçtan, ne de başka bir canlıdan eser var. Sadece binalar... Her yeri saran, çocukluğumuzu çalan, kapattığımız kapılarının ardına saklandığımız ve bizi her gün biraz daha birbirimizden uzaklaştıran beton kutular.

Neredeyim ben böyle? Bu bir rüya mı?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...