13 Nisan 2012 Cuma

Clive Barker'ın Tekinsiz Öyküleri: Kan Kitapları 1


Ölülerin otobanları vardır.

Ölü ruhları taşıyan hayalet trenler, düşsü at arabaları hayatlarımızın ardındaki bozkırdan peş peşe, durmadan geçer. Sesleri dünyanın çeşitli yerlerindeki zalimlik, şiddet ve ahlaksızlık eylemleriyle açılmış çatlaklardan işitilir. Taşıdıkları gezgin ölülerse insanın yüreği patlama noktasına geldiğinde, gizli görüntüler açığa çıktığında bir anlığına görülebilir.

Bu otobanlarda trafik işaret levhaları, köprüler ve cepler vardır. Paralı yollar ve kavşaklar vardır.

Ölü kalabalıklarının kesiştiği, birbirine karıştığı bu kavşaklar, o yasak otobanın dünyamıza açılmasına en uygun yerlerdir. Kavşaklarda trafik yoğun olur. Ölülerin sesleri de en çok oralarda çıkar. Sayısız ayaklar, iki dünyayı ayıran engelleri aşındırır.
İşte bu cümlelerle başlar kitabın açılış öyküsü olan “Kan Kitabı”, okuyucuyu nelerin beklediğini gözler önüne sererek ve insanoğluna ölümle arasında ne kadar ince bir sınır olduğunu göstererek.

Barker değişmez yazgısını yüzüne vurur insanın. Çizginin fiziksel tarafında duranların, er geç çizginin öte tarafına adım atacak mahkûmlar olduğunu hatırlatır. Zaman, doğar doğmaz düşer insanın peşine ve sınıra doğru iteklemeye başlar ardından. Her seferinde de amacına ulaşır. Ve insanoğlu, zamanın onunla işi bittiği yerlerde hayalet trenlere, düşsü at arabalarına binip otobanda yol almaya başlar.

Ancak yaşayanlar iki dünya arasındaki çatlaklardan seslenir, adlarını haykırır, huzurlarını bozar, yargılanma yolunda onlara rahatsızlık verirler. Ruhları aralarına dönmeye, hiç olmazsa çatlaktan bakıp bir göz kırpmaya ikna etmeye çabalarlar. Amaçları ölüm ötesi hayatı ispatlamak, ölümün bir son, bir yok oluş değil; aksine bir başlangıç, bir doğum olduğunu kanıtlamaktır. Tıpkı “Kan Kitabı” öyküsünde, Essex Üniversitesi Parapsikoloji Bölümü’nün yirmi yaşındaki Simon McNeal’i kullanıp yapmaya çalıştığı gibi. Ölüler, Mcneal’in Tollington Sokağı’ndaki 65 numaralı evin en üst katındaki daracık bir odadan yaptığı çağrıyı karşılıksız bırakmazlar. Çatlaktan sızıp dünyamıza geçer, uçuk sarı duvarları bizi varlıklarından haberdar etmek istercesine doldururlar. Adlar, doğum ve ölüm tarihleri, aşk şiirleri, müstehcen resimler, yarım bırakılmış fıkralar ve daha türlü şeylerle.

Doktor Florescu sonunda aradığı kanıtı bulmuştur. Başarısızlıkla geçen denemelerden sonra elde ettiği bu başarı, sevincinin yanında şaşkınlık duymasına da neden olmaktadır. Ancak durum hiç de onun sandığı gibi değildir. Kutlama değil, intikam zamanıdır. Ortada büyük bir yalan vardır. Masum olmaktan öte, ruhları kızdıran, huzurlarını kaçıran, kendilerini aşağılanmış, dalga geçilmiş hissetmelerine yol açan ölümcül bir yalan. Duvarlardaki yazılar ölülere ait değildir, tek kelimesi bile. McNeil onları dilinin altına sakladığı küçük kurşun parçalarıyla yazmaktadır. McNeil yalancının biridir. Ama ölüler buna daha fazla göz yummaz ve çatlaktan sızıp dünyamıza ayak basarlar. Öykülerini anlatma derdindedirler. Ve yazmak için duvarları değil, yirmi yaşındaki gencin, McNeil’in pürüzsüz bedenini kullanırlar. Kırık sürahi parçalarıyla derisine öyküler kazırlar. 

Onu bir kitap olarak kullanırlar.

Kan kitabı olarak!

Öyküyü şu sözlerle bitirir Barker:

İşte Kan Kitapları’na yazılmış hikâyeler. İsterseniz okuyun ve öğrenin. Hayattan çıkıp bilinmeyen hedeflere giden karanlık otobanın bir haritasını teşkil ediyorlar. Çok az kişi o yoldan gitmek zorunda kalacak. Çoğu insansa lambalarla aydınlatılan sokaklarda, huzur içinde yürüyecek. Bu hayattan dualar ve okşayışlarla uğurlanacaklar. Ama seçilmiş bazı kişiler dehşeti yaşayacak, lanetliler otobanına götürülecek. Bu yüzden okuyun. Okuyun ve öğrenin. Sonuçta en kötü ihtimalle hazırlıklı olmak en iyisidir. Ölmeden önce yürümeyi öğrenmek akıllıca olur.


Kan Kitapları 1”in ikinci öyküsü ise tek başına Barker’ın dehşet verici hayal gücünü gözler önüne sermeye yeter. “Geceyarısı Et Treni” adlı öykünün kahramanı Leon Kaufman içimizden biridir aslında. Hayatın sandığı kadar masum olmadığını öğrenmiş, hayalleri yıkılmış, sıradan, herhangi biri. Üç buçuk aydır hayallerinin şehrinde, New York’ta yaşamaktadır. Ancak bu kısacık süre Hazlar Sarayı olarak adlandırdığı şehrin aslında hayallerini kurduğu yerle alakası olmadığını anlamasına yetmiştir. Bakın Barker şehri nasıl tarif ediyor:

New York sıradan bir şehirdi. Sabahları bir orospu gibi uyanan, dişlerinin arasındaki öldürülmüş insan cesetlerini çıkaran, saçlarındaki intihar etmişlerin cesetlerini ayıklayan bir kadın gibiydi New York. Geceleri pis arka sokaklarında ahlaksızlık diz boyuydu. Sıcak ikindi saatlerindeyse New York, kalabalık pasajlarında saat başı yapılan korkunç şeylere kayıtsız, tembel ve çirkin oluyordu. Burası Hazlar Sarayı filan değildi. Haz değil, ölüm dağıtıyordu.

İşte Kaufman böyle bir şehirde yaşamaktadır. Üstelik dehşet verici cinayetler işleyen manyak bir katil şehre korku salmaya başlamıştır. Öykü, ilerleyen sayfalarında seçilmiş olduğuna inanan katille, hayalleri yıkılmış Kaufman’ı bir araya getirir. Bu tahmin edilmeyecek gelişmelere gebe bir buluşma olur. Çünkü işin ardında akla hayale gelmeyecek güçler yatmaktadır. Katili olduğu gibi, Kaufman’ı da esir alacak olan güçler.

“Yattering ve Jack” kapalı bir mekânda verilen psikolojik bir savaşın öyküsüdür. Yattering, Jack’i delirtmesi için cehennemden gönderilmiş alt düzey bir iblistir. Ancak bu işi sadece Jack’in evinin sınırları içinde yapma yetkisi vardır. Evin dışına çıkması savaşı kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ve Yattering sıradan ve değersiz gördüğü bu insanoğlunu çıldırtma konusunda tam anlamıyla çuvallamaktadır. Jack dünya yansa umurunda olmayacak bir karaktere sahiptir. Karısı tarafından defalarca kez aldatılması, hatta karısını aşığıyla basması bile çizgiyi aşıp kontrolü kaybetmesine yetmemiştir. Ancak Jack olaylara göründüğü kadar duyarsız mıdır? İsterseniz bu ve bunun gibi diğer ayrıntıları anlatıp da öykünün tadını kaçırmayayım ve diğer bir öyküye geçeyim.

“Domuz Kanı Türküsü” hayranlıkla okuduğum Barker öykülerinden biridir. Öyküden kısaca bahsetmek gerekirse:

Neil Redman adlı eski bir polis, Tetherdowne Islah Evi’nde görev yapmaya başlamıştır. Redman kısa sürede dikkatini çeken Lacey adlı bir çocukla özel olarak ilgilenmeye başlar. Çocuğun bir sırrı vardır ve çok geçmeden bu sırrı Redman’la paylaşır. Çocuk, Doktor Leverthal’ın ıslah evinden kaçtığını söylediği Kevin Henessey’in hala ıslah evinde olduğunu iddia etmektedir. Lacey’in Henessey hakkında başka iddiaları da vardır. Ancak çocuğun anlattıkları insan aklının kabul edeceği türden değildir. Oysa…

Doktor Leverthal, Lacey, Kevin Henessey, ıslah evindeki domuz ahırı… Tüm bunlar gerçekten de bazı sırlar saklamaktadır. Ve Redman istese de, istemese de er geç bunları öğrenmek zorunda kalacaktır.


İşte başka bir öykü: “Seks, Ölüm ve Yıldız Işığı”

Ciddi bir yönetmen olarak tanınma uğraşındaki Terence Calloway, yıldız olmasına rağmen iyi bir aktris olmayan Diane Duvall, son bir oyundan sonra tarih olacak Elysium Tiyatrosu, kötü giden işlerin ortasında ansızın çıkagelen esrarengiz ihtiyar Lichfield ve Viola rolünü Diane’den almak isteyen güzel ve yetenekli eşi Constantia… Ve son oyunu, On İkinci Gece’yi izlemek üzere çok ötelerden gelen seyirci topluluğu. Kısacası Barker’ın, yaşayanlar ve öte diyara adım atanları bir araya getirdiği muhteşem öykülerinden biri daha. İşte öyküden bir paragraf:

Adları sayılamayacak kadar çoktular. Çürüme dereceleri tarif edilemeyecek kadar çeşitliydi. Bu yüzden ayaklandıklarını söylemek yeterliydi. Kefenleriyle, hayli solmuş olan güzellikleriyle. Mezarlığın arka kapısını açıp boş arazide Elysium’a doğru yürüdüler. Uzaktan trafik sesleri geliyordu. Tepelerinden bir jet gürleyerek geçti. Peacock Kardeşler’den biri o deve bakarken tökezleyip yüz üstü düşerek çenesini kırdı. Onu gülerek ayağa kaldırıp koluna girdiler. Çenesi kırılan adam hiç gücenmedi. İnsan birazcık gülemeyecekse dirilmenin ne anlamı vardı ki?

Geldik kitaptaki son öyküye: “Tepelerdeki Şehirler”

İki sevgili… Bir çizginin iki ayrı ucunda duran, farklı karakterlerdeki iki kişi. Dans hocası olan Mick ve muhabir olan Judd… Bu iki sevgili Yugoslavya’ya yaptıkları yolculukta karşılaşacakları dehşet verici, gözlerinin görüp de mantıklarının kabul etmek istemeyeceği manzaradan habersizdirler. Bu iki aşık, Popolac ve Podujevo adlı iki şehrin yüzyıllardır sürdürdükleri törensel bir yarışmaya tanıklık edeceklerdir. Ve bu tanıklık onları bildikleri yaşamdan tamamen koparacaktır.

Belki Avrupa’nın savaş meydanlarında bu kadar çok ceset yığıldığı olmuştu ama o yığınlarda bu kadar çok kadın ve çocuk var mıydı? Belki bu kadar yüksek ceset yığınları görülmüştü ama o bedenlerin hepsi de böylesine yakın zamanda mı ölmüştü? Belki o kadar çabuk yıkılan şehirler olmuştu ama yalnızca yerçekimine yenilen şehirler görülmüş müydü? Korkuncun da ötesinde bir manzaraydı bu. Karşısında insan beyni yavaşlıyor, bir salyangoz kadar ağırlaşıyordu. Mantık kanıtları titiz ellerle yokluyor, şöyle diyebilmesini sağlayacak bir kusur arıyordu: 

Bu gerçek değil. Bu bir ölüm rüyası. Gerçek ölüm değil. Ama mantık karşısındaki duvarda bir çatlak bulamıyordu. 

Bu gerçekti. Gerçek ölümdü.

Clive Barker’ın enfes öyküleriyle süslü kitap bu öyküyle sonlanıyor, benim yazım da. Ancak Barker’la bu yazı sayesinde tanışanlar… Sizin serüveniniz yeni başlıyor. Çılgınlığın sınırlarında dolaşmaya, rahatsız edici sapkın karakterlerle tanışmaya hazırlanın!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...