Ölülerin otobanları vardır.
Ölü
ruhları taşıyan hayalet trenler, düşsü at arabaları hayatlarımızın ardındaki
bozkırdan peş peşe, durmadan geçer. Sesleri dünyanın çeşitli yerlerindeki
zalimlik, şiddet ve ahlaksızlık eylemleriyle açılmış çatlaklardan işitilir.
Taşıdıkları gezgin ölülerse insanın yüreği patlama noktasına geldiğinde, gizli
görüntüler açığa çıktığında bir anlığına görülebilir.
Bu
otobanlarda trafik işaret levhaları, köprüler ve cepler vardır. Paralı yollar
ve kavşaklar vardır.
Ölü kalabalıklarının kesiştiği, birbirine karıştığı bu kavşaklar, o yasak otobanın dünyamıza açılmasına en uygun yerlerdir. Kavşaklarda trafik yoğun olur. Ölülerin sesleri de en çok oralarda çıkar. Sayısız ayaklar, iki dünyayı ayıran engelleri aşındırır.
Ölü kalabalıklarının kesiştiği, birbirine karıştığı bu kavşaklar, o yasak otobanın dünyamıza açılmasına en uygun yerlerdir. Kavşaklarda trafik yoğun olur. Ölülerin sesleri de en çok oralarda çıkar. Sayısız ayaklar, iki dünyayı ayıran engelleri aşındırır.
İşte bu cümlelerle başlar kitabın
açılış öyküsü olan “Kan Kitabı”, okuyucuyu nelerin beklediğini gözler önüne
sererek ve insanoğluna ölümle arasında ne kadar ince bir sınır olduğunu
göstererek.
Barker değişmez yazgısını yüzüne
vurur insanın. Çizginin fiziksel tarafında duranların, er geç çizginin öte
tarafına adım atacak mahkûmlar olduğunu hatırlatır. Zaman, doğar doğmaz düşer
insanın peşine ve sınıra doğru iteklemeye başlar ardından. Her seferinde de
amacına ulaşır. Ve insanoğlu, zamanın onunla işi bittiği yerlerde hayalet
trenlere, düşsü at arabalarına binip otobanda yol almaya başlar.
Ancak yaşayanlar iki dünya
arasındaki çatlaklardan seslenir, adlarını haykırır, huzurlarını bozar,
yargılanma yolunda onlara rahatsızlık verirler. Ruhları aralarına dönmeye, hiç
olmazsa çatlaktan bakıp bir göz kırpmaya ikna etmeye çabalarlar. Amaçları ölüm
ötesi hayatı ispatlamak, ölümün bir son, bir yok oluş değil; aksine bir
başlangıç, bir doğum olduğunu kanıtlamaktır. Tıpkı “Kan Kitabı” öyküsünde,
Essex Üniversitesi Parapsikoloji Bölümü’nün yirmi yaşındaki Simon McNeal’i
kullanıp yapmaya çalıştığı gibi. Ölüler, Mcneal’in Tollington Sokağı’ndaki 65
numaralı evin en üst katındaki daracık bir odadan yaptığı çağrıyı karşılıksız
bırakmazlar. Çatlaktan sızıp dünyamıza geçer, uçuk sarı duvarları bizi
varlıklarından haberdar etmek istercesine doldururlar. Adlar, doğum ve ölüm
tarihleri, aşk şiirleri, müstehcen resimler, yarım bırakılmış fıkralar ve daha
türlü şeylerle.
Doktor Florescu sonunda aradığı
kanıtı bulmuştur. Başarısızlıkla geçen denemelerden sonra elde ettiği bu
başarı, sevincinin yanında şaşkınlık duymasına da neden olmaktadır. Ancak durum
hiç de onun sandığı gibi değildir. Kutlama değil, intikam zamanıdır. Ortada
büyük bir yalan vardır. Masum olmaktan öte, ruhları kızdıran, huzurlarını
kaçıran, kendilerini aşağılanmış, dalga geçilmiş hissetmelerine yol açan
ölümcül bir yalan. Duvarlardaki yazılar ölülere ait değildir, tek kelimesi
bile. McNeil onları dilinin altına sakladığı küçük kurşun parçalarıyla
yazmaktadır. McNeil yalancının biridir. Ama ölüler buna daha fazla göz yummaz
ve çatlaktan sızıp dünyamıza ayak basarlar. Öykülerini anlatma derdindedirler.
Ve yazmak için duvarları değil, yirmi yaşındaki gencin, McNeil’in pürüzsüz
bedenini kullanırlar. Kırık sürahi parçalarıyla derisine öyküler kazırlar.
Onu
bir kitap olarak kullanırlar.
Kan kitabı olarak!
Öyküyü şu sözlerle bitirir
Barker:
İşte Kan Kitapları’na yazılmış
hikâyeler. İsterseniz okuyun ve öğrenin. Hayattan çıkıp bilinmeyen hedeflere
giden karanlık otobanın bir haritasını teşkil ediyorlar. Çok az kişi o yoldan
gitmek zorunda kalacak. Çoğu insansa lambalarla aydınlatılan sokaklarda, huzur
içinde yürüyecek. Bu hayattan dualar ve okşayışlarla uğurlanacaklar. Ama
seçilmiş bazı kişiler dehşeti yaşayacak, lanetliler otobanına götürülecek. Bu
yüzden okuyun. Okuyun ve öğrenin. Sonuçta en kötü ihtimalle hazırlıklı olmak en
iyisidir. Ölmeden önce yürümeyi öğrenmek akıllıca olur.
“Kan Kitapları 1”in ikinci öyküsü
ise tek başına Barker’ın dehşet verici hayal gücünü gözler önüne sermeye yeter.
“Geceyarısı Et Treni” adlı öykünün kahramanı Leon Kaufman içimizden biridir
aslında. Hayatın sandığı kadar masum olmadığını öğrenmiş, hayalleri yıkılmış,
sıradan, herhangi biri. Üç buçuk aydır hayallerinin şehrinde, New York’ta
yaşamaktadır. Ancak bu kısacık süre Hazlar Sarayı olarak adlandırdığı şehrin
aslında hayallerini kurduğu yerle alakası olmadığını anlamasına yetmiştir.
Bakın Barker şehri nasıl tarif ediyor:
New York sıradan bir şehirdi. Sabahları bir orospu gibi uyanan,
dişlerinin arasındaki öldürülmüş insan cesetlerini çıkaran, saçlarındaki
intihar etmişlerin cesetlerini ayıklayan bir kadın gibiydi New York. Geceleri
pis arka sokaklarında ahlaksızlık diz boyuydu. Sıcak ikindi saatlerindeyse New
York, kalabalık pasajlarında saat başı yapılan korkunç şeylere kayıtsız, tembel
ve çirkin oluyordu. Burası Hazlar Sarayı filan
değildi. Haz değil, ölüm dağıtıyordu.
İşte Kaufman böyle bir şehirde
yaşamaktadır. Üstelik dehşet verici cinayetler işleyen manyak bir katil şehre
korku salmaya başlamıştır. Öykü, ilerleyen sayfalarında seçilmiş olduğuna
inanan katille, hayalleri yıkılmış Kaufman’ı bir araya getirir. Bu tahmin
edilmeyecek gelişmelere gebe bir buluşma olur. Çünkü işin ardında akla hayale
gelmeyecek güçler yatmaktadır. Katili olduğu gibi, Kaufman’ı da esir alacak
olan güçler.
“Yattering ve Jack” kapalı bir
mekânda verilen psikolojik bir savaşın öyküsüdür. Yattering, Jack’i delirtmesi
için cehennemden gönderilmiş alt düzey bir iblistir. Ancak bu işi sadece
Jack’in evinin sınırları içinde yapma yetkisi vardır. Evin dışına çıkması
savaşı kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ve Yattering sıradan ve değersiz
gördüğü bu insanoğlunu çıldırtma konusunda tam anlamıyla çuvallamaktadır. Jack
dünya yansa umurunda olmayacak bir karaktere sahiptir. Karısı tarafından
defalarca kez aldatılması, hatta karısını aşığıyla basması bile çizgiyi aşıp
kontrolü kaybetmesine yetmemiştir. Ancak Jack olaylara göründüğü kadar duyarsız
mıdır? İsterseniz bu ve bunun gibi diğer ayrıntıları anlatıp da öykünün tadını
kaçırmayayım ve diğer bir öyküye geçeyim.
“Domuz Kanı Türküsü” hayranlıkla
okuduğum Barker öykülerinden biridir. Öyküden kısaca bahsetmek gerekirse:
Neil Redman adlı eski bir polis,
Tetherdowne Islah Evi’nde görev yapmaya başlamıştır. Redman kısa sürede
dikkatini çeken Lacey adlı bir çocukla özel olarak ilgilenmeye başlar. Çocuğun
bir sırrı vardır ve çok geçmeden bu sırrı Redman’la paylaşır. Çocuk, Doktor
Leverthal’ın ıslah evinden kaçtığını söylediği Kevin Henessey’in hala ıslah
evinde olduğunu iddia etmektedir. Lacey’in Henessey hakkında başka iddiaları da
vardır. Ancak çocuğun anlattıkları insan aklının kabul edeceği türden değildir.
Oysa…
Doktor Leverthal, Lacey, Kevin
Henessey, ıslah evindeki domuz ahırı… Tüm bunlar gerçekten de bazı sırlar
saklamaktadır. Ve Redman istese de, istemese de er geç bunları öğrenmek zorunda
kalacaktır.
İşte başka bir öykü: “Seks, Ölüm
ve Yıldız Işığı”
Ciddi bir yönetmen olarak tanınma
uğraşındaki Terence Calloway, yıldız olmasına rağmen iyi bir aktris olmayan
Diane Duvall, son bir oyundan sonra tarih olacak Elysium Tiyatrosu, kötü giden
işlerin ortasında ansızın çıkagelen esrarengiz ihtiyar Lichfield ve Viola
rolünü Diane’den almak isteyen güzel ve yetenekli eşi Constantia… Ve son oyunu,
On İkinci Gece’yi izlemek üzere çok ötelerden gelen seyirci topluluğu. Kısacası
Barker’ın, yaşayanlar ve öte diyara adım atanları bir araya getirdiği muhteşem
öykülerinden biri daha. İşte öyküden bir paragraf:
Adları sayılamayacak kadar
çoktular. Çürüme dereceleri tarif edilemeyecek kadar çeşitliydi. Bu yüzden
ayaklandıklarını söylemek yeterliydi. Kefenleriyle, hayli solmuş olan
güzellikleriyle. Mezarlığın arka kapısını açıp boş arazide Elysium’a doğru
yürüdüler. Uzaktan trafik sesleri geliyordu. Tepelerinden bir jet gürleyerek
geçti. Peacock Kardeşler’den biri o deve bakarken tökezleyip yüz üstü düşerek
çenesini kırdı. Onu gülerek ayağa kaldırıp koluna girdiler. Çenesi kırılan adam
hiç gücenmedi. İnsan birazcık gülemeyecekse dirilmenin ne anlamı vardı ki?
Geldik kitaptaki son öyküye:
“Tepelerdeki Şehirler”
İki sevgili… Bir çizginin iki
ayrı ucunda duran, farklı karakterlerdeki iki kişi. Dans hocası olan Mick ve
muhabir olan Judd… Bu iki sevgili Yugoslavya’ya yaptıkları yolculukta
karşılaşacakları dehşet verici, gözlerinin görüp de mantıklarının kabul etmek
istemeyeceği manzaradan habersizdirler. Bu iki aşık, Popolac ve Podujevo adlı
iki şehrin yüzyıllardır sürdürdükleri törensel bir yarışmaya tanıklık
edeceklerdir. Ve bu tanıklık onları bildikleri yaşamdan tamamen koparacaktır.
Belki Avrupa’nın savaş
meydanlarında bu kadar çok ceset yığıldığı olmuştu ama o yığınlarda bu kadar
çok kadın ve çocuk var mıydı? Belki bu kadar yüksek ceset yığınları görülmüştü
ama o bedenlerin hepsi de böylesine yakın zamanda mı ölmüştü? Belki o kadar
çabuk yıkılan şehirler olmuştu ama yalnızca yerçekimine yenilen şehirler
görülmüş müydü? Korkuncun da ötesinde bir
manzaraydı bu. Karşısında insan beyni yavaşlıyor, bir salyangoz kadar
ağırlaşıyordu. Mantık kanıtları titiz ellerle yokluyor, şöyle diyebilmesini
sağlayacak bir kusur arıyordu:
Bu gerçek değil. Bu bir ölüm
rüyası. Gerçek ölüm değil. Ama mantık karşısındaki duvarda
bir çatlak bulamıyordu.
Bu gerçekti. Gerçek ölümdü.
Clive Barker’ın enfes öyküleriyle
süslü kitap bu öyküyle sonlanıyor, benim yazım da. Ancak Barker’la bu yazı
sayesinde tanışanlar… Sizin serüveniniz yeni başlıyor. Çılgınlığın sınırlarında
dolaşmaya, rahatsız edici sapkın karakterlerle tanışmaya hazırlanın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder