Stephen King süpermarketteyken bir kadın yaklaşır yanına ve şöyle der:
"Sizi tanıyorum,
siz Stephen King'siniz ve bu harika! Bir yazarla süpermarkette birlikteyim ve
konuşuyorum. Ama kitaplarınızdan hiçbirini okumadım ve filmlerinizi
seyretmedim. Çünkü korku romanlarını hiç sevmem."
"Peki, ne
seversiniz?" diye sorar King.
"Mesela ‘Rita
Hayworth'u Seven Adam’ adlı filmi severim," diye cevaplar kadın.
King, "Onu da ben
yazdım," dediğinde "Hayır, siz yazmadınız," olur aldığı yanıt.
"Ben yazdım," diye yinelediğinde kadın inatla "Hayır, yazmadınız,"
diye ısrar eder.
Anlayacağınız kadını
ikna etmenin imkânı yoktur. Kafasının içinde, üzerinde korku yazarları yazan
bir kutunun içine atmıştır King’i. Ve bu kutuda yer alan yazarların aşkla,
meşkle işi olamaz.
Umarım siz de bu kadar
inatçı değilsinizdir. Eğer King’in -yalnızca- bir korku yazarı olduğu konusunda
değişmez yargılarınız varsa zamanınızı boşa harcamamanızı ve diğer yazılarıma göz
atmanızı tavsiye ederim.
Beni ikna edici
bulmadıysanız yazarın kendisine söz verelim, ne dersiniz. Bakın King bu konu
hakkında neler demiş:
Benim
bir korku yazarı olduğum hakkında genel bir kanı var. Aslında “Çağrı” bir aşk hikâyesiydi.
Aynı zamanda “Büyücü ve Cam Küre” de öyle. Ben ne yazarsam onu yazarım.
Sınıflandırmaları pek sevmem. Kitaplarımı okuyan insanlar, vermek istediğimi
yeterince anlıyorlar. Demek ki bende kendimi sıkça açıklamak zorunda değilim.
“Büyücü ve Cam Küre” görkemli,
bir o kadar da hüzünlü bir aşk hikâyesidir gerçekten de. Kara Kule yolundaki
kahramanımız Roland ile bu kez geçmişe bir yolculuk yapar ve silahşorun Ferhat
ile Şirin’i aratmayacak hikâyesine tanıklık ederiz bu enfes romanın
sayfalarında. King’in kaleminden aşkı okumak büyük bir keyif verir okura.
Fantastik ögeler
içermeyen “Dolores Claiborne” ise tükenmiş bir annenin, acımasız olan -bu
kelime yetersiz kalır aslında- hayatla mücadelesinin, berbat yaşamına inat
ayakta kalma savaşının, evladı için göze aldığı akıl almaz fedakârlıkların
romanıdır. Zengin de olsanız, fakir de olsanız bazen kadın olmanın ne denli zor
olduğunu anlatır “Dolores Claiborne”.
Bir başka harika roman “Blaze”,
bizi tarihin en sempatik suçlusuyla tanıştırır. Dünyaya gözlerini bir sıfır
yenik açmış bir adamın romanıdır Blaze. Hüzünlü bir hikâyedir. John Steinbeck’e
bir saygı duruşudur; “Fareler ve İnsanlar” romanının bir King uyarlamasıdır. (Not:
Bu romanın bir trunk novel -basılmaya değer bulunmayan roman- olduğunu iddia
eden King’e sakın inanmayın. Romanı gönül rahatlığıyla satın alın ve okuyun.
Bayılacaksınız!)
“Ceset” bir grup
çocuğun, bir cesedi bulmak için çıktıkları yolculukta başlarından geçenleri
anlatır. Hikâye, tebessümü yüzünüzden eksik etmeyecek harika detaylarla
doludur. Siz bakmayın bir korku romanını çağrıştıran adına, dostluğun ve
masumiyetin öyküsüdür “Ceset”.
Örnekler
çoğaltılabilir. Ama sizi sıkmamak adına işi biraz daha farklı bir noktaya
taşıyalım ve isterseniz bir de korku klasikleri arasında çoktan yerlerini almış
olan King romanlarına bir göz atalım.
İşte listenin
başlarında yer alacak bir roman: “Hayvan Mezarlığı”. Romanın, yazarın kendisini
bile rahatsız ettiği doğrudur. Sert bir metindir; acımasızdır, sarsıcıdır. “Bu
kitabın sonunda kimse için umut yok,” der Steve King. Hatta bitirdiği kitapları
ilk olarak Tabby’ye okutma ritüelinden bile ödün verir ve bu romanı vermez karısına.
Masasının üzerine öylece koyar ve başka bir roman üzerinde çalışmaya başlar. Hatta
bu roman, yani “Christine”, “Hayvan Mezarlığı”ından önce yayımlanır.
“Hayvan Mezarlığı” King
için oldukça kişisel bir romandır da. 29 Ekim 1979’da günlüğüne şu satırları
düşer:
Burada, Orrindton’da olmaktan nefret ediyorum, böyle yoğun bir yolda olmaktan nefret ediyorum. Owen (küçük oğlu) bugün az daha şu Cianbro kamyonlarından birinin altında kalıyordu. Ödüm patladı. Bununla birlikte bana, evin arkasındaki tuhaf, küçük hayvan mezarlığı ile ilgili bir hikâye fikri de verdi. Tabelada Hayvan Mezarlığı yazıyor, acayip değil mi? Komik ama aynı zamanda ürkütücü.
Hatta kızı Naomi’nin
yolda ölü bulunan Smucky adlı kedisi de o mezarlığa gömülür. Naomi bir yandan
ağlarken, bir yandan da “Kedimi bana geri verin. Tanrı kendisine başka kedi
bulsun,” diye söylenir. King bu trajik olayı aynen aktarır romanına.
Yalnızca Naomi’nin
cümlesi bile, “Hayvan Mezarlığı”nın bir korku romanından öte olduğunu gözler
önüne serer.
“Hayvan Mezarlığı”
ölümü anlamlandıramayan küçük bir çocuğun ve ölümü tanıdığı halde
kabullenemeyen bir babanın romanıdır. Doğanın karşısında ne kadar aciz
olduğumuzun ve onun dengesiyle oynamanın ne gibi felaketlere yol açabileceğinin
öyküsüdür. Modern bir Frankenstein romanıdır. Bir korku romanı kılıfındadır
belki, ancak içi kesinlikle çok daha fazlasıyla doludur, tıpkı diğer King romanları
gibi.
Yazarın romanları,
yüzeysel okurlar için “korku romanı” olmanın ötesine geçemeyecektir. Oysa
olayların ardını görmek isteyenler, zemindeki kapağı aralayıp bakanlar için
daima fazlası vardır.
1985 senesinde King
alkolle olan dostluğuna bir yenisini ekler. Uyuşturucudur bu dostun adı. Ancak
alkolik olduğunu yıllar öncesinden bilen bir yanı sessiz kalmamakta, ona
mesajlar göndermektedir. Bunu, uyuşturucu ve alkolü, “Sadist” adlı romanındaki
hasta ruhlu hemşire Annie’ye dönüştürerek yapar. Annie tutsak aldığı zavallı
yazar Paul Sheldon’a işkenceler yapan sadist bir karakterden fazlasıdır. Okur,
Annie’de rahatlıkla karanlık yönlerini bulabilir. Hepimiz birer Paul
Sheldon’ızdır aslında.
“Şeffaf” ilk bakışta
bir bilimkurgu romanıdır. Romanın yazar kahramanı toprağın derinliklerinde
açığa çıkarılmayı bekleyen bir uzay gemisini keşfeder. Gemideki uzaylılar
ölmemiştir ve insanların kafalarına girip onlara yetenekler
kazandırmaktadırlar. -Örneğin romanın kahramanı yazar Bobbi Anderson telepatik
bir daktilo icat eder.- Ancak bunun karşılığında kişi ruhunu yitirmektedir.
King de tanışmıştır bu
uzaylılarla. Onun uzaylılarının adları alkol ve uyuşturucudur. Ve King onlar
sayesinde yazdığını sanarken ruhunu yitirmektedir yavaş yavaş. Söyler misiniz
hangimizin başı uzaylılarla belaya girmemiştir ki zaman zaman? Hangimiz hayatın
üstesinden gelmek için türlü yollara başvurmayız ve bazen yolumuzu kaybetmeyiz?
Hangimiz “Medyum”daki
başı alkolle fena halde dertte olan eski öğretmen Jack Torrance’tan
farklıyızdır ki aslında? Hangimiz Jack gibi başarılı olmak için uğraşmayız,
ailemizi bir arada tutmak için çırpınmayız?
Haydi, beni dinleyin ve
kaldırın zemindeki kapağı; kaldırın ve dehşet saçan palyaçoların (O), insanları
kovalayan arabaların (Christine), gerçeğe dönüşen hayali yazarların (Hayatı
Emen Karanlık) ardına bakın.
Emin olun o zaman çok
daha fazlasını göreceksiniz!
Harika bir yazı olmuş dostum, ellerine sağlık, sevdiğim yazara yeni bir bakışla bakmamı sağladı. Gerçi ben hep iyi bir yazar olarak görmüşümdür kendisini ama bu yazı bakışıma tazelik getirdi.
YanıtlaSilAslında her roman, her yazar için geçerli bu yazdıklarım. Bir roman okuyorsak eğer mutlaka yazarının hayatına da bir göz atmamız gerekiyor. Satırlarında hayatlarından izler bulduğumuz yazarlarla daha bir yakınlaşıyoruz. O zaman o satırlarda kendimizden de bir şeyler aramaya başlıyoruz. Zemindeki kapağı kaldırıp bakmak bu işte.
YanıtlaSil