Çırılçıplak bir
halde, hiç bilmediğim bir sokaktayım. Hava o kadar soğuk ki… Bedenim tir tir
titriyor. Belki de hava o kadar soğuk değil de sadece içim üşüyor. Emin
olamıyorum. Yürümeye başlıyorum. Adımlarım ağır, isteksiz.
Çok geçmeden bir
terslik çekiyor dikkatimi. Etrafımda ne bir ağaçtan, ne de başka bir canlıdan
eser var. Sadece binalar... Her yeri saran, çocukluğumuzu çalan, kapattığımız
kapılarının ardına saklandığımız ve bizi her gün biraz daha birbirimizden uzaklaştıran
beton kutular.
Neredeyim ben
böyle? Bu bir rüya mı?
Etrafıma bakarak
yürümeye devam ediyorum.“Yalnız mıyım bu sokakta?” diye soruyorum kendi
kendime. Çok geçmeden uzakta iki karartı görüyorum. Gittikçe yaklaşıyorlar.
Sonunda bir karartı olmaktan çıkıyorlar. Keşke
çıkmasalardı, diye geçiriyorum içimden. Tüylerim diken diken oluyor. Kaçamak
bakışlarla inceliyorum onları. Benim gibi çırılçıplaklar. Ama insanlar mı? Hiç
sanmıyorum. Ağızları, burunları, gözleri, kaşları… Hiç biri olması gereken
yerinde değil. Bir Picasso tablosunu andırıyorlar. Kol kola girmişler ve
birbirlerine gülerek yürüyorlar. İkisinin de boşta olan elleri arkalarında.
Sanki bir şey saklıyorlar birbirlerinden. Nedense ne sakladıklarını öğrenmeyi
hiç istemiyorum. Çok geçmeden biri bana inat yaparcasına açığa çıkarıyor bu
sırrı ve elindeki bıçak gözlerimi kör edercesine parıldıyor. Kanım donuyor o
an. Diğeri bu bıçağı göremiyor. Hala birbirlerine bakarak gülüyorlar. Derken
bıçak havaya kalkıyor. Bağırmak istiyorum o an. “Dikkat et!” diye haykırmak
istiyorum. Ama sesim çıkmıyor. Sanki mühürlenmiş dudaklarım. Ve ıslık gibi bir
ses çıkararak diğerinin sırtına iniyor bıçak. Yere damlayan kanı net olarak
görebiliyorum. Bacaklarım boşalıyor o an. Tüm gücümü yitiriyorum.
Kıpırdayamıyorum. Sonra sırtından bıçaklanan da arkasındaki elini açığa
çıkarıyor. Aynı parıldama kamaştırıyor gözlerimi. Sonra bıçak havaya kalkıp ötekisinin
sırtına iniyor bu kez. Kanın kokusunu duyuyorum. Midem bulanıyor. Picasso
tablosundan kaçmış iki kaçık hala birbirlerine bakıp gülüyorlar. Benim farkımda
bile değiller. Birden buzum çözülüyor, bacaklarıma bir güç geliyor. Delicesine
koşmaya başlıyorum. Çok uzaklaşmadan, omuzumun üzerinden arkaya bakıyorum ve
yine birisinin bıçağı havaya kalkıyor ötekisinin sırtına inmek üzere. Ama ben
bu sahneyi üçüncü kez görmeden kafamı çeviriyorum.
Sonunda bir
meydana ulaşıyorum. Aman Tanrı’m! Bu gördüklerim gerçek olamaz! Olmamalı! İsimlendiremediğim
ve insan demek istemediğim varlıkların üst üste yığılmasından oluşmuş bir tepe
duruyor meydanın ortasında. Sağından solundan ellerin, ayakların fırladığı
canlı bir tepe. Bu arada tepeye tırmanmaya çalışanları fark ediyorum. Hala
nasıl aklımı kaçırmadığıma şaşırarak olanları izliyorum. Tırmananlardan birisi,
bir diğerinin yüzüne basarak elini tepenin zirvesine uzatıyor. Bu arada canlı
tepeden korkunç çığlıklar yükseliyor. Elimle kulaklarımı kapıyorum; bir faydası
olmuyor. Anlıyorum ki çığlıklar beynimde yankılanıyor. Sonra zirveye uzananı
yakın takipte olan bir diğeri, onu bacağından yakalıyor ve hızla çekip aşağı
doğru yuvarlanmasına sebep oluyor. Yuvarlanan çığlıklar atarken, o arkasından
bakıp kahkahalar atıyor.
Durup tüm bu
olanları izliyorum. Ne kadar izlediğimin farkında değilim. Sonuç hiç değişmiyor.
Kimse tepeye ulaşamıyor. Sonra yeterince seyretmiş olmalıyım ki koşarak
uzaklaşıyorum oradan.
Koşuyorum,
koşuyorum… Ciğerlerim artık hava ile dolmayı reddedince duruyorum. İki elimi
dizlerime dayayıp deliler gibi nefes almaya çalışıyorum. Biraz kendime gelip de
doğrulunca karşımda ulu bir ağaç görüyorum. On insanın el ele verip de
çevresini saramayacağı kadar büyük ve dalları yeşilin en güzel tonlarıyla
bezenmiş bir ağaç. İç içe geçmiş dallarını gökyüzüne uzatmış, güneşe dokunmaya
çalışıyor sanki. Gerçek olamayacak kadar görkemli. Bir masaldan fırlamışçasına
göz alıcı.
Derken bir
ağlama sesi çalınıyor kulağıma. Ses ağacın olduğu yerden geliyor. İstemsiz
adımlar atarak ağaca doğru yaklaşıyorum ve altında oturmuş, iki eliyle yüzünü
kapatmış halde ağlamakta olan birisini fark ediyorum. Yanına yaklaşıyorum. Bir
yanım neden ağladığını sormak isterken, diğer yanım beni ilgilendirmediğini
söylüyor. Kafamı kaldırıp ağacın dallarına bakınca kalbim yerinden çıkacak gibi
atmaya başlıyor. Gözlerim adeta fal taşı gibi açılıyor. Çünkü ağacın
dallarından altın elmalar sarkıyor. Bu arada adam ağlamaya devam ediyor.
Dayanılmaz bir acı çeker gibi durmadan, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Zıplayıp
toplayabildiğim kadar topluyorum bu elmalardan. İçimi tarifsiz bir mutluluk
kaplıyor. Zenginim artık! Zengin! Kucağımda elmalar, ağzım kulaklarımda oradan
uzaklaşmaya hazırlanırken, ağacın altında oturan kişi kafasını kaldırıyor.
“Açım,” diyor. “Hem de çok açım.” Adama ilk defa dikkatli bakıyorum o an. Onun
da yüzü gördüğüm iki kaçığınki gibi ve bir deri bir kemik kalmış halde. O anda
içimi saran mutluluk dalgası yok oluyor ve kollarım sanki kemiksizmiş gibi iki
yana doğru sarkarken kucağımdaki altın elmalar yere dökülüyor. Adam, “Bana bir
dilim ekmek ver. Lütfen,” diye yalvarıyor. “O zaman istersen senin olabilir bu
ağaç,” diye de ekliyor.
Geri geri, ağır
adımlar atarak uzaklaşmaya başlıyorum. Gözlerimi yalvaran adamdan alamıyorum.
Ağzım bir karış açık halde bakarken, adam hala yalvarıyor çaresizce. “Sadece
bir dilim ekmek. Tek istediğim sadece bir dilim kuru ekmek.”
Aniden bir
bastonu andıran kolunun ucundaki elini bana doğru uzatıyor. İşte o an koşmaya
başlıyorum tekrar. Bana dokunmasını istemiyorum çünkü. Ama yakarışları kolay
kolay peşimi bırakmıyor. Sesi kulaklarımı tırmalıyor. “Sus artık!” diye
bağırıyorum.
“Sus! Sus! Sus!”
Ağaçtan iyice
uzaklaştığımı anlayınca koşmayı bırakıp yürümeye başlıyorum. Gözlerimi kısıp
ileriye doğru bakıyorum ve bu bakış ensemdeki tüylerin diken diken olmasına yol
açıyor. Çünkü yine iki karartı yaklaşıyor bana doğru. Bunların, birbirlerini
sırtlarından bıçaklayan iki kaçık olabileceği düşüncesi dehşete düşürüyor beni.
Karartılar o kadar hızlı yaklaşıyor ki kısa bir sürede onlar olmadıklarını
anlıyor ve rahatlatıyorum. Üstelik onların benim gibi normal insanlar olduğunu
görmek beni sevinçten çılgına çeviriyor. Bu rüya âleminde gördüğüm ilk normal
insanlar bunlar. Kaşları, gözleri, ağızları, burunları… Hepsi yerli yerinde.
Ama yüzlerine bir dehşet ifadesi hâkim. Birbirlerine sarılmış, hızlı adımlarla
yürüyerek beni fark etmeden yanımdan geçiyorlar. Onlara kim olduklarını, nerede
olduğumuzu, neden bu kadar korktuklarını sormak istiyorum. Tam ben ağzımı
açacakken, melek gibi bir yüzü olan kız arkasını dönüp gökyüzüne bakıyor ve
“Bizi rahat bırakın!” diye haykırıyor ve sevgili olduklarını tahmin ettiğim iki
genç el ele tutuşup var güçleriyle koşmaya başlıyorlar. O an sorularımı erteleyip
ben de gökyüzüne doğru bakıyorum ve kanım adeta buhar olup uçuyor. Korkum
ruhuma işliyor. Ellerim, ayaklarım buz kesiyor, çünkü gökyüzündeki binlerce dev
gözün onları izlediğini görüyorum. Sonra ben de sevgililerin arkasından koşmaya
başlıyorum. “Lütfen beni de bekleyin! Ben de sizin gibiyim. Normal bir insanım.
Lütfen beni burada bırakmayın,” diye haykırıyorum, ama durmak bir yana daha da
hızlı koşmaya başlıyorlar. Ya da yorulduğum için ben yavaşlıyorum. Sonunda
bacaklarımdaki tüm güç tükeniyor. Bedenim sanki iki kat ağırlaşıyor ve
bacaklarım bu ağırlığı daha fazla taşıyamıyor. Yere kapaklanıyorum.
Ve görebileceğim
en korkunç manzara ile yerdeki su birikintisine bakarken karşılanıyorum.
Yüzüm... Yüzüm...
Yüzüm... Yüzüm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder