Ceviz ağacından kopardığım yaprakları salata yapmak için küçük küçük
doğruyorum. Ayırdığım dut yapraklarını ise dolma sarmak için kullanacağım. Ben
yapraklardan çeşit çeşit yemek hazırlarken Merve de masayı hazırlıyor. Ayşin
ise oyuncak bebeğini uyutuyor. O yüzden Merve de, ben de işimizi sessiz yapmaya
çalışıyoruz.
Sizin de anladığınız gibi evcilik oynuyoruz. İnanın bana şu iki küçücük kızdan daha fazla zevk alıyorum şu oyundan. Sevgi Teyze’nin pazara gideceği günü iple çekiyorum şu iki yumurcağa bakıp, onlarla oyun oynayabilmek için.
Keşke, diyorum içimden, keşke pazarın ta sonuna kadar gitse de hemen dönemese. Keşke yorulsa da yarı yolda oturup yarım saat dinlense.
Ben bunları düşünürken Ayşin, “Uyudu Nazlı,” diyor. Bebeğe bakarken yüzü masum bir tebessümle aydınlanıyor. Sonra küçücük elleri ile bebeğin saçlarını okşuyor. Acaba ben bebekken bana da böyle içten bir sevgiyle baktı mı birisi? O kadar güzel bir bebekmişim ki ben… Nazlı bebekten bile güzelmişim. Belki annem bakmıştır bana böyle. Belki… Düşünsenize ufacık bir çocuk, plastik bir bebeğe bu kadar sıcak bakabiliyorsa, herhalde bir ana da canına, kızına böyle bakabilir.
“Masa hazır,” diyor Merve bana bakarak. Belli ki yemeklerin durumunu merak
ediyor. “Yemekler de hazır,” diye karşılık veriyorum. Oturup yemeğimizi
yiyoruz. Ayşin ikide bir kafasını arkaya çevirip omuzunun üzerinden Nazlı
bebeğe bakıyor. Yüzünü göremiyorum Ayşin’in, ama gene ışık dolu gözlerle
baktığından eminim Nazlı’sına. Düşünüyorum. Babam… Ya babam baktı mı bana böyle?
Hiç sanmıyorum. Sonunda yemek bitiyor, sofra toplanıyor, bulaşıklar yıkanıyor.
Bu arada Nazlı bebek de uyanıyor. Ayşin alıyor onu kucağına sıkıyor, öpüyor,
kokluyor... Annem de öpüp kokladı mı beni böyle?
“Akşam yemeğinde de balık yiyelim,” diye öneriyorum. İki küçük kızın da gözleri parlıyor. Biliyorlar ki bu benim Bakkal Hayri’den balık kraker alacağım anlamına geliyor.
Ben küçükken bizim evimizde de çok balık yapılırdı. Babam çok severdi balığı. Annem sevmediği halde balıkların içini temizlemek zorunda kalırdı. Ben de yardım ederdim ona. En neşeli akşamlarımız olurdu bu akşamlar. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Zaten hatırlamak istediğim fazla da gün yok mazimden. Hele herkes dışarıda koşar, ip atlar, saklambaç oynarken benim camdan baktığım günleri unutmak istiyorum. Unutmak… Hiç anımsamamak. Keşke bir yolu olsa da silsem o günleri hafızamdan.
Merve, “Hatice Abla, çubuk kraker de alır mısın?” diye soruyor. “Evet,” diyorum. “Siz ne isterseniz alırım, ne isterseniz oynarım.” Çocukken benim de sorduğum sorulara, benim aldığım yanıtları vermiyorum. Hep evet diyorum. Evet, evet, evet…
Sonra bahçeye çıkıyoruz. İp atlıyoruz, saklambaç oynuyoruz… Sonra da gidip bakkaldan akşam yemeğimizi alıp eve dönüyoruz. Hava o kadar güzel ki... Her yer çiçek, böcek…
“Soframızı balkona kuralım da balıklardan ev kokmasın,” diyorum. İki ufaklık da seviniyor bu fikre.
Akşam yemeğimiz için hazırlığa başlıyoruz. Ben yer sofrasını balkona çıkarıyorum. Merve, tabaklar elinde peşimden geliyor. Ayşin de bir elinde bebeği, bir elinde bakkaldan aldıklarımız onu izliyor. Sofrayı bir güzel hazırlıyoruz ki sormayın. O anda zil çalıyor. Yerimden kalkıyorum, koşar adım gidip kapıyı açıyorum. Sevgi Teyze elinde poşetler, kan ter içinde karşımda duruyor.
“Aman kızım al şunları, ben böyle sıcak görmedim valla. Tövbe bir daha bu sıcakta pazara mazara gitmem,” diye söyleniyor, ahlayarak, vahlayarak içeriye giriyor ve atıyor kendini ilk gördüğü koltuğa. Ben de torbaları alıp mutfağa götürüyorum. Ofluyorum içimden. Biliyorum ki oyunumuz yarım kalacak. Yarım kalmasa bile taktığım çocuk maskesini çıkarıp gene Hatice Abla olmam gerekecek. Zaten bu da oyunun bittiği anlamına geliyor benim için. Çünkü ben dokuz yaşındaki Hatice olarak oynamak istiyorum. Koşmak, atlamak, zıplamak istiyorum. En çok da çocukken hiç oynayamadığım evcilik oyununu oynamak istiyorum. Kim bilir, belki de küçükken hiç evcilik oynayamadığım için yürümedi evliliğim. Belki de o yüzden hiçbir zaman güzel yemek yapamadım.
İki yumurcağı da yanaklarından öpüp başka zaman oyunumuza devam edeceğimizi söylüyor ve eve gidiyorum. Tıpkı Sindirella’nın balodan koşarak kaçtığı gibi ben de koşarak kaçıyorum Sevgi Teyze’lerden. Çünkü büyünün bozulduğunu ve büyüdüğümü ufaklıklar görsün istemiyorum.
Annem hemen tutuşturuyor elime bezelyeleri, ayıklamam için. Bir yandan da yorgunluğunun acısını benden çıkarıyor. Onunla pazara gitmeyip de komşunun çocuklarına baktım diye azarlıyor beni. Bir sandalyeye oturup hem televizyona bakıyorum, hem bezelye ayıklıyorum. Her geçen dakika sanki biraz daha büyüyor, bir yaş daha olgunlaşıyorum. Üzerimde olan büyünün etkisi gittikçe azalıyor, azalıyor… Ve an geliyor, bir bakıyorum ki büyünün son kırıntıları da yok olmuş ve ben gene kocaman bir kadın oluvermişim. Oysa saat daha on ikiyi bile vurmadı ki. Neden bu büyünün etkisi bu kadar kısa sürüyor?
O gece annemle çekirdek çıtlatmayıp erkenden yatağa gidiyorum. Rüyamda gene Merve ve Ayşin’leyim. Nazlı bebek de var yanımızda. Ama oyuncak değil, etten kemikten bir bebek Nazlı. Önce ağlıyor, hem de öyle bir ağlıyor ki, insanın içinden bir şeyler koparıyor. Ayşin “Ağlama kızım,” diyor. “Ağlama ne olur.” Öyle bir bakıyor ki ona... Sanki tüm güzel duyguları gözlerinden Nazlı’ya akıyor. Susuveriyor bebek. Annem de baktı mı bana böyle? Bilmiyorum.
Sonra ben “Akşam yemeğinde balık yiyelim,” diyorum. Ama Merve ve Ayşin’in gözleri parlamıyor. Çünkü ben de onlarla yaşıtım rüyamda. Ne bakkala gidecek iznim, ne balık kraker alacak param var. Bu yüzden yaprakları balık şeklinde kesiyoruz. Yemeği hazırlarken kafamı kaldırıp Merve’ye bakıyorum. Anlıyor neler düşündüğümü. “Yok, gelmez,” diyor. “Çok ama çok geç gelecek annem. O yüzden geceye kadar evcilik oynayabiliriz.” Neşeyle parlıyor gözlerim. Ama çok geçmeden çalan kapıyla gözlerimdeki mutluluk yerini endişeye bırakıyor. Yerimden kalkıyorum ve istemsiz adımlarla yaklaşıyorum kapıya. Kapı öyle bir vuruluyor ki, ben açmadan kırılacak diye korkuyorum. Kapıyı açtığımda ise vücudumdaki tüm tüyler ürperiyor, sanki kanımın akması duruyor, kalbim buz kesiyor. Dokuz yaşındaki Hatice kaçmak istiyor içime. Kaçıp saklanmak istiyor. Çünkü babam duruyor karşımda. Öfkeli gözlerle bana bakarken burnundan soluyor. Daha ağzımı açamadan kolumdan tutup dışarı çekiyor beni ve eve doğru sürüklemeye başlıyor bağıra çağıra.
“Kaç kere dedim sana evden dışarı adım atmayacaksın diye! Ne işin var senin o kızların yanında?”
Sonunda iki kelime etmeyi başarabiliyorum, sesim başkasına ait gibi çıksa da.
“Ama baba, onlar benim arkadaşlarım.”
Babam beni yolun ortasında durdurup tartaklamaya başlıyor.
“Yanmak mı istiyorsun kızım? Cehennemde mi yanmak istiyorsun? Sana sokağa çıkmayacaksın demedim mi yanında ben olmadan?”
Beş parmağını birleştirip havaya kaldırıyor ama eli inmeden uyanıyorum kan ter içinde.
Neden? Neden geliyor ki babam? Neden gerçekte yaşayamadığım çocukluğumu rüyamda bile yaşamama izin vermiyor? Neden bu büyünün etkisi bu kadar az sürüyor? Ben fazla bir şey istemiyorum ki. Ne Sindirella olmak, ne aslında fare olan atların çektiği balkabağından bir araba içinde prensin balosuna gitmek… Bunların hiçbiri değil ki istediğim. Benden çalınan çocukluğumu geri istiyorum sadece.
O halde niye on iki bile olmadan bozuluyor büyü? Yoksa çok şey mi istediğim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder