İyi
bir açılış oldu mu diye soracak olursanız, olmadı diye yanıtlarım sorunuzu. Ne
yalan söyleyeyim, Michelle Rodriguez olmasaydı sonuna kadar bile izlemez, filmi
yarısında kapardım. Her sahnede kahramanlarımızdan bir parça et koparmaya
çabalayan vahşi köpekler pek hoşuma gitmedi açıkçası. Belki de her gördüğü
köpeğin boynuna sarılan bir adam olmamdır neden, kim bilir.
İyi
kötü açılışı yapmıştım artık. Bir kurt adam filmi ile yola devam etmeye karar
verdim. Werewolf: The Beast Among Us
(2012) bende büyük bir beklenti uyandırmasa da eli yüzü düzgün bir film gibi
göründü gözüme. Kara bir kumaş gibi dalgalanan gökyüzü, bu kumaşa dikilmiş
kemikten bir düğmeyi andıran dolunay, ölüm saçan lanetli canavar, parçalanan
zavallı kurbanlar, masum genç kız… E, insan daha ne ister ki bir korku filminden.
Hemen izlemeye koyuldum. Ne yazık ki her geçen dakika, filme olan ilgimden bir
parçayı alıp karıştırdı zamana. Karşımda vasat bir kurt adam filmi vardı. Ve
yine yanlış bir seçim yaptığımı kabul etmem gerekiyordu.
Eğer
An American Werewolf in London
(1981), The Howling (1981), Dog Soldiers (2002) gibi türün en
iyilerini izlediyseniz ve tüm kurt adam filmlerini izlemeye kararlıyım
diyorsanız diyecek sözüm yok tabii. Ama kurt adam filmlerine yabancıysanız Werewolf: The Beast Among Us size tavsiye
edeceğim yirminci kurt adam filmi bile olamaz.
Geçtiğimiz
gece ise bu senenin başında gösterime giren The
Devil Inside'ı (2012) izlemeye karar verdim. Film ruhu şeytan tarafından ele
geçirilmiş bir kadının öyküsünü ele alıyor. Konusu kısaca şöyle özetlenebilir:
Maria şeytan çıkarma ayini sırasında üç kişiyi vahşice katleder. Olayın
ardından polisi arayıp suçunu itiraf eder. Akıl sağlığının yerinde olmadığına
karar verilince bir akıl hastanesine yatırılır. Aradan yıllar geçer. Kızı Isabella
büyüyüp genç bir kadın olmuştur ve annesinin başına gelenleri merak etmektedir.
Yanına Michael’ı (kameraman olarak) alıp annesini akıl hastanesinde ziyaret
etmeye gider. Bu sırada şeytan çıkarma ayinleri yapan rahiplerle tanışır.
Isabella’nın anlattığı öyküden etkilenen rahipler, Maria’nın şeytan tarafından
ele geçirilip geçirmediğini araştırmaya başlarlar.
Belgesel
tadında olan film, son zamanlarda korku filmlerinde sıkça kullanılan amatör
kamera çekimi ile yaşananları gerçeğe yaklaştırmaya çabalamış, ama pek de
başarılı olamamış açıkçası. Hele sonu tam bir hayal kırıklığı oldu benim için.
Ben bir şeyler olacak diye beklerken pat diye bitiverdi film; kendimi şaşkınlık içinde
ekrana bakar halde buldum.
Şeytan
tarafından değil belki ama sıkıntı tarafından ele geçirilince bir film daha
izlemek kaçınılmaz oldu. İçimdeki sıkıntıyı ancak bu şekilde defedebilirdim.
Çivi çiviyi söker misali yine bir korku filmi seyretmeye karar verdim. Verdim
vermesine de kararsızlık genlerine işlemiş biri olunca yeni bir film bulmak hiç
de kolay değildi.
İmdadıma
Shirley Jackson yetişti. Shirley'in bir perili ev öyküsü olan Tepedeki Ev
romanını okumuş ve olağanüstü bulmuştum. En iyisi geceyi bir perili ev filmi ile tamamlamaktı. Ancak
Tepedeki Ev’in iki sinema uyarlamasını da izlemiştim. (The Haunting 1963, The
Haunting 1999)
Kısa
araştırmam beni Richard Matheson’ın romanından uyarlanan -senaryosunu da
kendisinin kaleme aldığı- The Legend of
Hell House’a (1973) ulaştırdı. Doğrusu bu filmi ilk kez duyuyordum. Bu
durum bir korku sever olarak canımı sıkmadı da değil. Tabii bardağa dolu tarafından
bakmakta yarar vardı. Sonuçta, yazılanlara göre karşımda bir klasik duruyordu.
Film
tipik bir perili ev hikâyesi üzerine kurulu. Öte dünyaya, haliyle ruhlara
kuşkuyla bakan bir bilim insanı ile onu yalnız bırakmayan karısı ve içlerinden
biri daha önce Cehennem Evi’nin gazabından nasibini almış iki medyum. Bu dört
kişi geçmişi sapkınlıklarla dolu Cehennem Evi’ni araştırmak üzere bir araya
gelir. Ev, adımlarını atar atmaz ziyaretçilerinin üzerine yapışkan, ağır bir
sis gibi çöker. Burada hava yerine korku solunmaktadır. Günahlar her köşeye
sinmiş, karanlığı bir ton daha koyultmuştur. İçeride çarpık, uğursuz, rahatsız edici
olmayan hiçbir şey yoktur.
Kahramanlarımız
ara ara dehşetli korkulara teslim olsalar da pes etmezler, öte tarafın tüm
kötücül uğraşlarına rağmen çabalamaya, son ana kadar evi karanlık güçlerden
kurtarmaya uğraşırlar, her ne kadar bu pek kolaymış gibi görünmese de.
Açıkçası filmi, bir The Haunting (1963) ya da bir The Changeling (1980) kadar etkileyici bulmadığımı belirtmek isterim. Yine de korku filmlerini seviyorsanız, özellikle de perili ev hikâyeleri hoşunuza gidiyorsa bir klasik olan The Legend of Hell House’u ıskalamamanızı önerir, sizlere şimdiden dehşetli seyirler dilerim.
Açıkçası filmi, bir The Haunting (1963) ya da bir The Changeling (1980) kadar etkileyici bulmadığımı belirtmek isterim. Yine de korku filmlerini seviyorsanız, özellikle de perili ev hikâyeleri hoşunuza gidiyorsa bir klasik olan The Legend of Hell House’u ıskalamamanızı önerir, sizlere şimdiden dehşetli seyirler dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder