Hüngür hüngür
ağlıyordu Meriç. Gözyaşları, kirli yanaklarından çenesine doğru bir iz
bırakarak akıyordu. Bazen de çenesine ulaşmadan, elinin tersiyle siliyordu
yaşları. Suratı beş karıştı. Ağlamaktan, çırpınmaktan terlemiş, yüzü kıpkırmızı
olmuştu. Dudakları bükülmüş, kaşları çatık bir halde babasına bakıyordu. Babası
ise hala sakindi. Adamcağız sabırla ona durumu izah etmeye çalışıyordu.
“Niye anlamak
istemiyorsun oğlum. Şu anda alamayız. Biraz sabretmen lazım.”
“Ama Hale’ye
ayakkabı aldın baba. Oysa benim karnem ondan daha iyiydi. Arkadaşlarım
bisiklete binerken ben peşlerinden mi koşayım?”
Bir iç çekti yılların emekçisi Ahmet Usta. Çalıştığı iplik fabrikası işçi
çıkarmaya başlamıştı. Uzun süredir ustabaşıydı, ama artık deneyimli ustalara
değil, gelişen teknolojiden anlayan mektepli gençlere ihtiyaç duyuluyordu
fabrikada. O yüzden yeri sağlam değildi onun da.
“Biliyorsun kardeşinin ayakkabıya ihtiyacı vardı. Bisiklet ise bizim için lüks olur. Bunu belki onuncu kez söylüyorum sana.”
Meriç yenilgiyi kabul etmiş gibiydi. Mutfakta akşam yemeğini pişirmekte
olan annesi tartışma boyunca salona girmemişti. O da babasından yanaydı
anlaşılan. Eğer Meriç’ten yana olsa bu kadar zamanda mutlaka yanlarına gelir
iki kelime ederdi. Anlaşılan aksi bir şey söyleyip o da paylanmak istemiyordu.
Akşam yemeğinde suratı hala asıktı Meriç’in. O yaştaki bir çocuğun
sinirlendiği zaman yaptığı ilk şeyi yaptı ve dokunmadı yemeğine. Hale ise silip
süpürdü tabağını. Evcilik oynarken biftek niyetine yediği bisküviler
doyurmamıştı karnını.
Kısa süre de olsa bir sessizlik yaşandı masada. Nedense bu sessizlik çok
uzun geldi Meriç’e. Bu suskunluğu annesi bozdu.
“Biraz daha çorba isteyen var mı?”
Ahmet Usta duymamazlığa verdi yirmi senelik hayat arkadaşını ve yemek
boyunca gözlerini ayırmadığı oğluna,
“İstersen o bisikleti kendin alabilirsin,”
dedi. “Seni Rasim ağabeyin yanına verebilirim. Hem üç ay ne yapacaksın evde boş
boş oturup. On bir yaşına geldin. Ekmeğini kazanmaya başlamalısın artık. Hem
bisikletlerle de iç içe olursun.”
Bu sözlerin arkasından gözleri parladı Meriç’in. Bu çok iyi bir fikir
gibi geldi ona. Rasim’in bisikletleri tamir ettiği ufak bir dükkânı vardı
oturdukları sokağın sonunda. Biraz aksi bir ihtiyardı ama sorun değildi. Hem
bisikletler hakkında her şeyi öğrenir, hem de üç ayın sonunda alabilirdi
istediği bisikleti. İlerde bisikleti bozulursa da kendisi tamir edebilirdi. Gerçi
bu yaz bisiklete binememiş olurdu ama Eylül’de de havalar sıcaktı. Okullar açılana
kadar, iki hafta doya doya gezebilirdi tozlu sokaklarda bisikletiyle.
O gece rüyasında tüm sene boyunca okula gidip gelirken bisikletçinin
vitrininde gördüğü mavi bisikleti gördü. Rasim amcadan son aylığını da alıyor,
koşarak girdiği bisikletçiden iki tekerlek üstünde çıkıyordu rüyasında. Sanki
düş değildi gördükleri. Esen rüzgârla, pedal çevirmekten terlemiş vücudunun
ürperdiğini hissediyordu adeta. Ağzı kulaklarında sokak sokak dolaşıyordu
İstanbul’u. Hayatında görmediği sokaklardan geçiyordu rüzgâr gibi. Sonra bütün
arkadaşları bisikletleriyle belirdi birden yanında. Sadece birinin bisikleti
yoktu. Zayıf, gözlerinin altı çökük, elmacık kemikleri çıkıktı bisikletsiz
çocuğun. Koltuk değneği ile ayakta durmaya çalışan bu çocuk Hulusi amcanın oğlu
Akın’dan başkası değildi. Meriçlerin karşısındaki virane evde oturuyorlardı.
Bırakın bisiklet almayı karınlarını zor doyuruyorlardı. Zaten bisiklet alsalar
da ne işine yarardı ki çocukcağızın. Zaman
zaman Meriç’in annesi yemek yapar götürürdü onlara. Özellikle de Ramazan
aylarında sık sık davet ederlerdi onları.
Ertesi gün elinden tutup götürdü babası Rasim amcanın yanına Meriç’i. Eti
senin kemiği benim deyip teslim etti oğlunu. Meriç gördüğü rüyayı düşünüp durdu
bütün gün. Ayrıntılarını hatırlamıyordu rüyasının ama bisikleti ve Akın’ı çok
iyi anımsıyordu. Tüm gün bu iki ayrıntı aklında çalıştı. Elinde İngiliz
anahtarı, fren kabloları, somunlar, iç lastikler…
Günler akıp geçti çabucak. Meriç iki ayı doldurmuştu. Ayda seksen lira
alıyordu. Şu an yüz elli lirası vardı. On lirayla eve bir şeyler almıştı. Az
kaldı diye geçirdi içinden. Son aylığını da alınca bisikletçinin yolunu
tutacaktı. İki yüz on beş liraydı rüyalarının mavi bisikleti.
İş dönüşü her zaman yaptığı gibi önce bisikletçinin yolunu tuttu. Bir ay
sonra alacağı bisikleti seyretti hayranlıkla. Metalik mavi renkli bisiklet, güneş
ışınlarıyla parıl parıl parlıyordu vitrinde. Neşeyle eve dönerken karşıdan ağır
ağır gelen birini gördü. Akın’dı gelen. Koltuk değneğine yaslanmıştı. O an, iki
ay önce gördüğü rüyayı hatırladı. Ayrıca Akın’ı iki aydır görmediğini fark etti.
Kendisinin de hiç sokağa çıktığı yoktu neredeyse. İşe gidiyor, yorgun argın eve
dönüyordu. Arkadaşlarına da pek takılmıyordu. Hepsinin bisikleti vardı ve
onların peşinden koşmak istemiyordu. Fark etmezdi, her şeye katlanabilirdi. Onun
için okul açılmadan önceki iki hafta tüm yaza bedel olacaktı.
“Naber Akın?” Çocuk aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Ne de iyi
hatırlamıştı rüyasının ayrıntılarını. Şaşılacak şeydi doğrusu.
“İyiyim Meriç. İşten geliyorsun herhalde. Hiç gözükmüyorsun artık. Mahalledeki
çocuklar senden konuşuyor hep.”
“Biraz daha konuşsunlar bakalım. Bir ay sonra rüzgâr gibi geçeceğim yanlarından.”
Meriç bir tebessümle bitirdi cümlesini ama Akın’ın bu tebessüme karşılık
vermediğini görünce pişman oldu söyledikleri için. Rüzgâr gibi deyimini hayatı
boyunca kullanamayacaktı Akın. Üç yaşındayken yapılan yanlış bir iğne yüzünden
sol bacağı felçliydi. Bırakın rüzgâr gibi gitmeyi bisiklete dahi binemezdi çocukcağız.
Hay Allah, dedi içinden Meriç. Nasıl
da pot kırmıştı istemeden. O an aklına bir fikir geldi. Ne müthiş bir fikirdi
bu. Yüzü aydınlandı birden Meriç’in. Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı.
“Ne oldu. Ne geldi aklına da böyle sırıtıyorsun?”
“Hiç. Hiçbir şey gelmedi,” dedi Meriç.
“İyi o halde. Beni babam çağırdı. Onun yanına gitmeliyim. Hadi sonra
görüşürüz.”
“Görüşürüz Akın.” Rüzgâr gibi
gitmeye hazır ol, diye tamamladı cümlesini içinden.
Günler birbirini izledi; geldi
geçti koca yazın son ayı da. Meriç dikildi ustasının karşısına son aylığını
almak için. Elleri ve yüzü yağ içindeydi. Epey bir şey öğrenmişti üç ay
süresince. Bir bisikleti tek başına parçalara ayırıp tekrar birleştirecek kadar
usta olmuştu artık.
Ustası patlak bir iç lastiği şişirmiş, su dolu bir leğenin içinde yavaşça
döndürüyordu. Yere bir gölge vurunca başında birisinin dikildiğini anladı ve
kaldırdı kafasını. O an leğenin içindeki suda hava kabarcıkları belirdi. Patlak
yeri bulmuştu ustası. Delikten çıkan hava neden oluyordu kabarcıklara. Adam
delik olan yerin üstüne parmağını bastırıp ayağa kalktı. Gidip tutkalı aldı ve
deliğin üstüne sürdü. Sonra da üstüne eski bir iç lastikten kestiği yamayı
yapıştırdı.
“Okulların açılmasına neredeyse iki hafta kaldı he.” Ustası, Meriç’e
bakmadan konuşmuştu. Hala lastikle uğraşıyordu.
“Evet usta.”
Rasim Usta lastiği bir köşeye koydu. Gidip masanın üstünden paslanmış bir
dikiş kutusu aldı. Meriç’in yanına geldi ve kutuyu açtı.”
“Al bakalım. Yirmi, kırk, atmış... Bir, iki, üç, dört, beş… Etti atmış beş.
Bu da on lira. Şimdi etti yetmiş beş. Al birde beşlik sana. Tamam, oldu şimdi.”
“Sağol usta. Hakkını helal et,” dedi Meriç, adamın bir deri bir kemik elini
öpüp başına koydu. “Seneye yine yanındayım usta. Tabi beni yine çırak olarak
kabul edersen.”
“Ederim etmesine de, gelecek yaz bisikletinin üstünden ineceğini
sanmıyorum. Bozulursa onu tamir edecek kadar şey de öğrendin.”
“Daha öğreneceğim çok şey var usta,” dedi Meriç. Parayı alıp cebine attı
ve koşar adım alacağı şeyi satan dükkânın yolunu tuttu. Dükkânı görünce
adımları yavaşladı. Hızlı yürümekten nefes nefese kalmıştı.
Dükkânın kapısını açıp içeriye girdi. Adama durumu izah etti, iki yüz yirmi
lirasını verip alacağını aldı ve mahallenin yolunu tuttu. O kadar mutluydu ki. Hiç
bu kadar huzur dolu olduğunu hatırlamıyordu.
Mahallede herkes onu bekliyordu. Akın, evlerinin yıkık merdivenlerinde
oturmaktaydı. Koltuk değneğini yanındaki duvara dayamıştı. Diğerleri de
oradaydı. Harun, Celil, Kamil… Hepsi bisikletlerinin üstünde, tek ayakları
kaldırıma dayalı bekliyorlardı. Demek ki herkes o gün bisiklet alacağını biliyordu.
Evet, Meriç de tekerlekli bir şey almıştı ama bu bisiklet değildi.
Ahmet Usta da vardı bekleyenlerin arasında. Karısıyla beraber kapıdaydı. Eve
erken gelmişti. Korktuğu başına gelmiş, işten çıkarılmıştı. Oğlunu bisiklet
üstünde görürse biraz neşesi yerine gelecekti adamcağızın.
Derken Meriç gözüktü sokağın başında. Bisiklet falan yoktu ortalarda. Önünde
sürdüğü de neyin nesiydi öyle. Herkesin ağzı bir karış açık kalmıştı
şaşkınlıktan. Ahmet Usta’nın ise dudakları büküldü, gözlerinden iki damla yaş
akıp kirli sakalının arasına daldı.
“İşte senin oğlun Bey. Namuslu, yardımsever Ahmet Usta’nın oğlu o.” Sesinin
tonundan karısının da ağladığı belliydi.
Meriç o çok istediği, boyası güneşte parlayan mavi bisikleti almamıştı. Tekerlekli
sandalyeydi aldığı. Akın’ın yanına geldi herkesin şaşkın bakışları arasında. “Haydi!”
dedi. “Şimdi rüzgârdan hızlı gideceğiz seninle. Sen oturacaksın ben süreceğim.”
Akın, Meriç’ten yardım alarak ayağa kalktı ve ağlayarak sarıldı ona.
Meriç, o yazı hayatı boyunca unutmayacaktı. Ne ustasını unutacaktı, ne Akın’ı,
ne de hiçbir zaman alamadığı o mavi bisikleti.
Hikaye süper insanın gözleri yaşarıyor okurken ...
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Meriç gibi nesillerin yetişmesi dileğiyle!
YanıtlaSil