2 Mayıs 2012 Çarşamba

Mavi Bisiklet (Öykü) / Ünlem Sanat Dergisi, Temmuz - Ağustos 2006


Hüngür hüngür ağlıyordu Meriç. Gözyaşları, kirli yanaklarından çenesine doğru bir iz bırakarak akıyordu. Bazen de çenesine ulaşmadan, elinin tersiyle siliyordu yaşları. Suratı beş karıştı. Ağlamaktan, çırpınmaktan terlemiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Dudakları bükülmüş, kaşları çatık bir halde babasına bakıyordu. Babası ise hala sakindi. Adamcağız sabırla ona durumu izah etmeye çalışıyordu.

“Niye anlamak istemiyorsun oğlum. Şu anda alamayız. Biraz sabretmen lazım.”

“Ama Hale’ye ayakkabı aldın baba. Oysa benim karnem ondan daha iyiydi. Arkadaşlarım bisiklete binerken ben peşlerinden mi koşayım?”

Bir iç çekti yılların emekçisi Ahmet Usta. Çalıştığı iplik fabrikası işçi çıkarmaya başlamıştı. Uzun süredir ustabaşıydı, ama artık deneyimli ustalara değil, gelişen teknolojiden anlayan mektepli gençlere ihtiyaç duyuluyordu fabrikada. O yüzden yeri sağlam değildi onun da.

“Biliyorsun kardeşinin ayakkabıya ihtiyacı vardı. Bisiklet ise bizim için lüks olur. Bunu belki onuncu kez söylüyorum sana.”

Meriç yenilgiyi kabul etmiş gibiydi. Mutfakta akşam yemeğini pişirmekte olan annesi tartışma boyunca salona girmemişti. O da babasından yanaydı anlaşılan. Eğer Meriç’ten yana olsa bu kadar zamanda mutlaka yanlarına gelir iki kelime ederdi. Anlaşılan aksi bir şey söyleyip o da paylanmak istemiyordu.

Akşam yemeğinde suratı hala asıktı Meriç’in. O yaştaki bir çocuğun sinirlendiği zaman yaptığı ilk şeyi yaptı ve dokunmadı yemeğine. Hale ise silip süpürdü tabağını. Evcilik oynarken biftek niyetine yediği bisküviler doyurmamıştı karnını.

Kısa süre de olsa bir sessizlik yaşandı masada. Nedense bu sessizlik çok uzun geldi Meriç’e. Bu suskunluğu annesi bozdu.

“Biraz daha çorba isteyen var mı?”

Ahmet Usta duymamazlığa verdi yirmi senelik hayat arkadaşını ve yemek boyunca gözlerini ayırmadığı oğluna, 
“İstersen o bisikleti kendin alabilirsin,” dedi. “Seni Rasim ağabeyin yanına verebilirim. Hem üç ay ne yapacaksın evde boş boş oturup. On bir yaşına geldin. Ekmeğini kazanmaya başlamalısın artık. Hem bisikletlerle de iç içe olursun.”

Bu sözlerin arkasından gözleri parladı Meriç’in. Bu çok iyi bir fikir gibi geldi ona. Rasim’in bisikletleri tamir ettiği ufak bir dükkânı vardı oturdukları sokağın sonunda. Biraz aksi bir ihtiyardı ama sorun değildi. Hem bisikletler hakkında her şeyi öğrenir, hem de üç ayın sonunda alabilirdi istediği bisikleti. İlerde bisikleti bozulursa da kendisi tamir edebilirdi. Gerçi bu yaz bisiklete binememiş olurdu ama Eylül’de de havalar sıcaktı. Okullar açılana kadar, iki hafta doya doya gezebilirdi tozlu sokaklarda bisikletiyle.

O gece rüyasında tüm sene boyunca okula gidip gelirken bisikletçinin vitrininde gördüğü mavi bisikleti gördü. Rasim amcadan son aylığını da alıyor, koşarak girdiği bisikletçiden iki tekerlek üstünde çıkıyordu rüyasında. Sanki düş değildi gördükleri. Esen rüzgârla, pedal çevirmekten terlemiş vücudunun ürperdiğini hissediyordu adeta. Ağzı kulaklarında sokak sokak dolaşıyordu İstanbul’u. Hayatında görmediği sokaklardan geçiyordu rüzgâr gibi. Sonra bütün arkadaşları bisikletleriyle belirdi birden yanında. Sadece birinin bisikleti yoktu. Zayıf, gözlerinin altı çökük, elmacık kemikleri çıkıktı bisikletsiz çocuğun. Koltuk değneği ile ayakta durmaya çalışan bu çocuk Hulusi amcanın oğlu Akın’dan başkası değildi. Meriçlerin karşısındaki virane evde oturuyorlardı. Bırakın bisiklet almayı karınlarını zor doyuruyorlardı. Zaten bisiklet alsalar da ne işine yarardı ki çocukcağızın.  Zaman zaman Meriç’in annesi yemek yapar götürürdü onlara. Özellikle de Ramazan aylarında sık sık davet ederlerdi onları.

Ertesi gün elinden tutup götürdü babası Rasim amcanın yanına Meriç’i. Eti senin kemiği benim deyip teslim etti oğlunu. Meriç gördüğü rüyayı düşünüp durdu bütün gün. Ayrıntılarını hatırlamıyordu rüyasının ama bisikleti ve Akın’ı çok iyi anımsıyordu. Tüm gün bu iki ayrıntı aklında çalıştı. Elinde İngiliz anahtarı, fren kabloları, somunlar, iç lastikler…

Günler akıp geçti çabucak. Meriç iki ayı doldurmuştu. Ayda seksen lira alıyordu. Şu an yüz elli lirası vardı. On lirayla eve bir şeyler almıştı. Az kaldı diye geçirdi içinden. Son aylığını da alınca bisikletçinin yolunu tutacaktı. İki yüz on beş liraydı rüyalarının mavi bisikleti.

İş dönüşü her zaman yaptığı gibi önce bisikletçinin yolunu tuttu. Bir ay sonra alacağı bisikleti seyretti hayranlıkla. Metalik mavi renkli bisiklet, güneş ışınlarıyla parıl parıl parlıyordu vitrinde. Neşeyle eve dönerken karşıdan ağır ağır gelen birini gördü. Akın’dı gelen. Koltuk değneğine yaslanmıştı. O an, iki ay önce gördüğü rüyayı hatırladı. Ayrıca Akın’ı iki aydır görmediğini fark etti. Kendisinin de hiç sokağa çıktığı yoktu neredeyse. İşe gidiyor, yorgun argın eve dönüyordu. Arkadaşlarına da pek takılmıyordu. Hepsinin bisikleti vardı ve onların peşinden koşmak istemiyordu. Fark etmezdi, her şeye katlanabilirdi. Onun için okul açılmadan önceki iki hafta tüm yaza bedel olacaktı.

“Naber Akın?” Çocuk aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Ne de iyi hatırlamıştı rüyasının ayrıntılarını. Şaşılacak şeydi doğrusu.

“İyiyim Meriç. İşten geliyorsun herhalde. Hiç gözükmüyorsun artık. Mahalledeki çocuklar senden konuşuyor hep.”

“Biraz daha konuşsunlar bakalım. Bir ay sonra rüzgâr gibi geçeceğim yanlarından.” Meriç bir tebessümle bitirdi cümlesini ama Akın’ın bu tebessüme karşılık vermediğini görünce pişman oldu söyledikleri için. Rüzgâr gibi deyimini hayatı boyunca kullanamayacaktı Akın. Üç yaşındayken yapılan yanlış bir iğne yüzünden sol bacağı felçliydi. Bırakın rüzgâr gibi gitmeyi bisiklete dahi binemezdi çocukcağız. Hay Allah, dedi içinden Meriç. Nasıl da pot kırmıştı istemeden. O an aklına bir fikir geldi. Ne müthiş bir fikirdi bu. Yüzü aydınlandı birden Meriç’in. Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı.

“Ne oldu. Ne geldi aklına da böyle sırıtıyorsun?”

“Hiç. Hiçbir şey gelmedi,” dedi Meriç.

“İyi o halde. Beni babam çağırdı. Onun yanına gitmeliyim. Hadi sonra görüşürüz.”

“Görüşürüz Akın.” Rüzgâr gibi gitmeye hazır ol, diye tamamladı cümlesini içinden.

Günler birbirini izledi; geldi geçti koca yazın son ayı da. Meriç dikildi ustasının karşısına son aylığını almak için. Elleri ve yüzü yağ içindeydi. Epey bir şey öğrenmişti üç ay süresince. Bir bisikleti tek başına parçalara ayırıp tekrar birleştirecek kadar usta olmuştu artık.

Ustası patlak bir iç lastiği şişirmiş, su dolu bir leğenin içinde yavaşça döndürüyordu. Yere bir gölge vurunca başında birisinin dikildiğini anladı ve kaldırdı kafasını. O an leğenin içindeki suda hava kabarcıkları belirdi. Patlak yeri bulmuştu ustası. Delikten çıkan hava neden oluyordu kabarcıklara. Adam delik olan yerin üstüne parmağını bastırıp ayağa kalktı. Gidip tutkalı aldı ve deliğin üstüne sürdü. Sonra da üstüne eski bir iç lastikten kestiği yamayı yapıştırdı.

“Okulların açılmasına neredeyse iki hafta kaldı he.” Ustası, Meriç’e bakmadan konuşmuştu. Hala lastikle uğraşıyordu.

“Evet usta.”

Rasim Usta lastiği bir köşeye koydu. Gidip masanın üstünden paslanmış bir dikiş kutusu aldı. Meriç’in yanına geldi ve kutuyu açtı.”

“Al bakalım. Yirmi, kırk, atmış... Bir, iki, üç, dört, beş… Etti atmış beş. Bu da on lira. Şimdi etti yetmiş beş. Al birde beşlik sana. Tamam, oldu şimdi.”

“Sağol usta. Hakkını helal et,” dedi Meriç, adamın bir deri bir kemik elini öpüp başına koydu. “Seneye yine yanındayım usta. Tabi beni yine çırak olarak kabul edersen.”

“Ederim etmesine de, gelecek yaz bisikletinin üstünden ineceğini sanmıyorum. Bozulursa onu tamir edecek kadar şey de öğrendin.”

“Daha öğreneceğim çok şey var usta,” dedi Meriç. Parayı alıp cebine attı ve koşar adım alacağı şeyi satan dükkânın yolunu tuttu. Dükkânı görünce adımları yavaşladı. Hızlı yürümekten nefes nefese kalmıştı.

Dükkânın kapısını açıp içeriye girdi. Adama durumu izah etti, iki yüz yirmi lirasını verip alacağını aldı ve mahallenin yolunu tuttu. O kadar mutluydu ki. Hiç bu kadar huzur dolu olduğunu hatırlamıyordu.

Mahallede herkes onu bekliyordu. Akın, evlerinin yıkık merdivenlerinde oturmaktaydı. Koltuk değneğini yanındaki duvara dayamıştı. Diğerleri de oradaydı. Harun, Celil, Kamil… Hepsi bisikletlerinin üstünde, tek ayakları kaldırıma dayalı bekliyorlardı. Demek ki herkes o gün bisiklet alacağını biliyordu. Evet, Meriç de tekerlekli bir şey almıştı ama bu bisiklet değildi.

Ahmet Usta da vardı bekleyenlerin arasında. Karısıyla beraber kapıdaydı. Eve erken gelmişti. Korktuğu başına gelmiş, işten çıkarılmıştı. Oğlunu bisiklet üstünde görürse biraz neşesi yerine gelecekti adamcağızın.

Derken Meriç gözüktü sokağın başında. Bisiklet falan yoktu ortalarda. Önünde sürdüğü de neyin nesiydi öyle. Herkesin ağzı bir karış açık kalmıştı şaşkınlıktan. Ahmet Usta’nın ise dudakları büküldü, gözlerinden iki damla yaş akıp kirli sakalının arasına daldı.

“İşte senin oğlun Bey. Namuslu, yardımsever Ahmet Usta’nın oğlu o.” Sesinin tonundan karısının da ağladığı belliydi.

Meriç o çok istediği, boyası güneşte parlayan mavi bisikleti almamıştı. Tekerlekli sandalyeydi aldığı. Akın’ın yanına geldi herkesin şaşkın bakışları arasında. “Haydi!” dedi. “Şimdi rüzgârdan hızlı gideceğiz seninle. Sen oturacaksın ben süreceğim.” Akın, Meriç’ten yardım alarak ayağa kalktı ve ağlayarak sarıldı ona.

Meriç, o yazı hayatı boyunca unutmayacaktı. Ne ustasını unutacaktı, ne Akın’ı, ne de hiçbir zaman alamadığı o mavi bisikleti.            

2 yorum:

  1. Hikaye süper insanın gözleri yaşarıyor okurken ...

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Meriç gibi nesillerin yetişmesi dileğiyle!

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...