24 Kasım 2016 Perşembe

Evim Dediği Oda (Öykü)


Kapıyı kırıp girdiklerinde daktilosunun başındaydı.

“Ayaya kalk! Ellerini başının üstüne koy!”

“Lütfen… Bakın, önce beni bir dinle…”

“Tüm bunların yasak olduğunu bilmiyor musun?”

“Burası… evim.”

Güldüler bu sözüne.

“Senin evin yok,” dediler. “Kimsenin evi yok. Kimsenin evi olamaz.”

İtiraz edecek oldu, ettirmediler. Suratının ortasına yumruğu patlattıkları gibi onu evim dediği odanın bir köşesine savurdular.

“Bu yazı makinesini kim verdi sana? Konuş!”

“Ben… Ben… bir yazarım.”

“Sen yazar değilsin,” dediler. “Kimse yazar değil. Kimse yazar olamaz.”

“Yazdıklarımı… Yazdıklarımı okuyun. Bakın! Göreceksiniz… Lütfen, yalnızca…”

“Sus!” dediler. Sustu. Bu kez itiraz etmeye korktu. İki yumrukluk canı vardı. Onun da yarısını az önce almışlardı.

Adamlar on metre karelik odayı altüst ettiler. Yerin iki kat dibindeki bu odada fazla bir eşya da yoktu zaten. Bir tabure, bir tahta masa, üzerinde daktilo, kâğıtlar… Sonra kap kacak, bir yer yatağı…

“Nereden buldun bütün bunları?”

“…”

“Bu odayı sana kim verdi? Bir aydır ne yiyor, ne içiyorsun? Yemeği nereden buluyorsun?”

“…”

“Cevap ver be adam! Bunca kâğıdı kimden temin ettin? Söyle! Düzen’i bozmana kimler yardım etti? Bir isim ver!”

“…”

Kap kacak, ayna gibi parıldayan siyah çizmelerin altında dümdüz oldu. Yatak parça parça edildi. Masanın ve taburenin işi bir tekmede bitiriverdi. Asırlık daktilo ise birkaç tekme fazlasına dayandı. 1966 yapımı bir Hermes Baby idi. İsviçre denen bir ülkede üretilmişti.

Bacakları daha fazla taşıyamayacaktı onu. Yığılıp kaldı. Ölmek… Ölmek istiyordu. En azından bıraksalardı da burada ölseydi. Özgür bir insan gibi.

“Ölemezsin,” dediler. “Biz izin vermeden ölemezsin. Kimse biz izin vermeden ölemez.”

Kollarından tutup ayağa kaldırdılar. Sonra öykülerle dolu kâğıtları odanın ortasına yığdılar. Üzerine benzin döktüler. Eline bir kibrit kutusu verdiler…

“Yak!” dediler.

Sonra onu pardösüleri gibi kara bir arabaya bindirdiler. Kendileri de iki yanına doluştular. Hapse mi atacaklardı yoksa?

“Ne münasebet,” dediler. “Senin bir suçun yok ki.”

Yok muydu?

“Yok tabii,” dediler. “Suçlu olan onlar.”

Onlar mı? Onlar da kimdi? Onun düşündüğü onlar mıydı? Yoksa bilmediği, daha başka onlar da mı vardı? Düzen diye yutturulan zorbalığa boyun eğmeyen bu onlar kaç kişiydiler?

“Belki anlatmasaydın…”

“Anlatmak mı?” Ne anlatmıştı ki?

“Belki yakmasaydın…”

“Yakmak mı?” Neyi yakmıştı ki?

“Her şeyi,” dediler. “Her şeyi yaktın. Kâğıtları, sonra sana yardım edenleri, bu odayı, bu eşyaları verenleri… Bir isim yeterdi. Gerisi iplik söküğü gibi gelecek. Hep gelmiştir.”

“Size bir şey anlatmadım!” diye haykırdı birden. “Tek kelime etmedim! Kimseyi ispiyonlamadım! Yalan söylüyorsunuz!”

Yine güldüler.

Anlatmış mıydı yoksa? Hatırlamıyordu ki. Ya kâğıtlar? Çakmış mıydı kibriti? Tutuşturmuş muydu hayallerinden doğan öyküleri? Düşündü. Yok. Eline kibrit kutusunu verdikleri andan sonrası ölüm karanlığıydı. Yüreğini şimdiden kemirmeye başlayan bir boşluk.

Araba önce sağa, sonra da sola döndü. Sabit bir hızda, kendisine verilen adrese doğru gidiyordu.

Madem hapse atmayacaklardı… O zaman…

“Evet,” dediler. “Başka neresi olabilir? Muhasebe bürona götürüyoruz seni. Ait olduğun yere. Bir aydır aksattığın işinin başına.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...