Stephen King’in günümüzün en popüler yazarlarından olduğunu söylememe gerek yok herhalde. King üretken bir yazar da. Küçücük bir çocukken yazıp annesine sattığı Tavşan Trick ve arkadaşları hakkındaki öykülerden bu yana dur durak bilmeden romanlar, öyküler kaleme almaya devam ediyor.
Kabul etmek gerekir ki King’in yazdığı birçok şey, insanın tüylerini ürperten cinstendir. Geçirdiğiniz araba kazasının ardından sizi hastaneye götüreceğine evinde tutsak eden bir hayranınız olduğunu (Sadist), kasabanıza kan emici bir yaratığın taşındığını (Korku Ağı), içi canavarla dolu bir sisin ortasında kaldığınızı (Sis), lanetli bir mezarlığa gömdüğünüz ölünün akşam kapınızı çaldığını (Hayvan Mezarlığı), kuduz bir köpek sizi parçalamak isterken fırın gibi ısınan bir arabanın içinde mahsur kaldığınızı (Kujo) bir düşünsenize. Bunlar elbette kâbus gördürücü türden şeyler. Ancak şunu belirtmek gerekir, King iyi bir korku yazarıdır ama yalnızca bir korku yazarı değildir. King’i yalnızca korku yazarı olarak etiketlemek ona büyük haksızlık olur.
Kendi deyişiyle aklına ne gelirse yazar King. Bilimkurgu da yazar (Şeffaf), polisiye de (Bay Mercedes). Bir kadının hayatla olan mücadelesini de (Dolores Claiborne) anlatır, bir çocuğun ilk kez aşkı tatmasını da (Kara Kule: Büyücü ve Cam Küre). Ayrıca okuduğum yazarlar içinde dostluğun o saf halini kelimelere dökmeyi en iyi başaran yazar odur. Bu dostluk, şu an içinde yaşadığımız Bilişim Toplumu’nda bulunması en zor şeydir. İnsanları birbirlerine sanal ağlarla değil, en saf duygularla bağlayan ve zorluklar karşısında tek vücut olmalarını, yıkılmayıp ayakta kalmalarını sağlayan bir dostluktur bu. Büyülü ve nadirdir. Bu yüzden, dijital yerli olmayıp da çocukluğu arsalarda, sokaklarda geçmiş, akşam ezanından önce evde olmak zorunda olan benim gibi dijital göçmenler için klasik King kitaplarının farklı bir lezzeti vardır.
Yazının devamı Bilimkurgu Kulübü'nde:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder